25 Kasım 2012 Pazar

KALBİMİN SEVGİLİSİ... FIRAT ŞEN'İN ( SORO ) ANISINA...



Kandil'de akşam oluyordu.
Dört gündür yağan yağmur, nihayet o sabah dinmiş, yerini soğuk ama güneşli, ışıl ışıl bir sonbahar zamanına bırakmıştı.

Biz yaşlı bir palamut ağacının altına oturmuştuk Xogır'la. Karşı tepeler, akşam güneşinin altında mora batmıştı. Derin vadiler buğulu bir sisle kaplanmış, ortama mistik bir büyü katmıştı sanki... 98 yılının Kasım sonlarını yaşıyorduk, Kandil'in Dola Koki alanında.
Aslında, bir süredir peşindeydim Xogır'ın. Kasım ortalarında bir gün, oturmuş çay içiyorduk bir grup arkadaşla. Kirden kartmak bağlamış, yer yer yanmış eğri büğrü plastik bardaklarda çay içmeye ben de alışmıştım artık. Birara Xogır'ın dikkatle bana baktığını hissettim. Yüzümde birşeyler arıyor gibiydi. Bakışını farkettiğimi anladı. Kırık bir gülümsemeyle, 'biliyor musun heval Nuray' dedi ' ben, Soro'nun arkadaşıydım. Zağroslarda beraberdik. Hiç ayrılmadık birbirimizden...ta ki, onun düzenlemesi Dersim'e yapılana kadar...'
Karnıma, o çok tanıdık ağrı saplandı. Ellerimle bastırıp, nefesimi tuttum. Her kelimeyi içime alıp, saklamak istiyordum. 'Soro, hayatımı kurtardı... O cehennemin içinden çekip çıkardı beni... şimdi... o şehit... ben yaşıyorum...' Gözlerindeki kederi gördüm. Yağmur bulutları gibi yüklü kederi... o zaman, yüzümde yitirdiği arkadaşına ait çizgiler aradığını anladım. Konuşmasına devam edemedi. Kalkıp gitti.

Ertesi gün, erkenden kaldığı 'takım'a gittim. 'Bana oğlumu anlat...' dedim. 'Aklında kalan ne varsa, nasıl yaşadı bu dağlarda? Ne düşünürdü, neyi severdi, neye güler, neye ağlardı?' dedim. 'Ne olur, ne varsa yüreğinde ona dair, anlat bana...' Kalbimdeki kederi gördü. ' Tamam' dedi. Bildiğim her şeyi anlatacağım sana... ama şimdi değil, daha sonra...'
Günlerce peşinde dolandım durdum. Sabrımın sınırlarında, hep beni göreceği yerlerde, yakınında..
O gün, yine 'takım'ın altında, suyun kenarında punk topluyordum ki, yanıma geldi Xogır. 'Yürüyelim mi?' dedi. Yürüdük, bizim tepeye doğru. Sonra, iki taş çektik palamut ağacının altına, oturduk. Toprakta ekşimsi bir koku... çürümüş, nemli yaprakların kokusu...
'95 sonbaharıydı.' dedi. 'Operasyon çıkmıştı. Erzak çoktan bitmişti. Günlerdir birşey yememiştik. Hepimiz açtık, yorgunduk...
Geri çekilirken arkadaşlardan kopmuştuk. Sonra çatışma başladı, saatlerce sürdü. Ben ağır yaralanmıştım. Çok kan kaybediyordum... şuurum, bir yerine geliyor, bir gidiyordu. Yani, o güne ilişkin hatırladıklarım bölük pörçük...
Bir arkadaş, üzerime eğilmiş, şöyle diyordu; ' Xogır'ı alamayız! O şehit düşecek... yarası çok ağır. Derhal geri çekilmemiz lazım. Kimseyi tehlikeye atamayız...' Sonra Soro'nun sesi geldi kulağıma, 'Onu ben taşırım!' diyordu. Şehit düşerse eğer, kucağımda düşsün... siz, önden gidin, arkadaşlara ulaşın...'
Konuşamıyordum. 'Beni bırakın, gidin!' demek istiyordum ama... yine bayılmışım. Tekrar kendime gelebildiğimde Soro'nun sırtında olduğumu anladım. Çok eziyet çekiyordu, bedenim ağırdı, yaram ağırdı, taşımak zordu... üstelik açtık, halden düşmüştük... sessizce ağlıyor, beni bırakması, kendini kurtarması için yalvarmak istiyordum ama sesimi duyuramıyordum...
Geceydi. Hafif bir ayışığı vardı. Bir kayanın altına yatırmıştı beni. Buz gibi dağ gecesi, gözlerimi yakıyordu... Katılaşmış bedenim acıdan uyuşmuştu. Kefiyesiyle yarama tampon yapmıştı sanırım. İkimiz de kan içindeydik, yapış, yapış... Gözlerimi açık görünce fısıldadı, 'az kaldı' dedi. Sabaha arkadaşlara ulaşırız! Sakın şehit düşeyim deme! Bana acı...'
Arkadaşların noktasına ne zaman ulaştığımızı hatırlamıyorum ama, kurtulmuştuk işte yaşıyordum.
Ateşin yanına yatırmışlardı beni. Sanki yere çivilenmişim gibi, kıpırdıyamıyordum.
Soro'yu gördüm. Yanımdaydı. Ateşin başında oturmuş, tütün sarıyordu. Gözlerinin içi gülüyordu bana bakarken, 'Başardın heval' dedi. 'Bak yine beraberiz. Doktor arkadaş, sardı sarmaladı seni, iyi olacaksın... biraz uzun sürebilir sadece... 'Tüm gücümü toplayıp, ben de gülümsemeye çalıştım. 'Sen başardın...' dedim. 'Sen başardın arkadaşım...'
Sonra bir arkadaş geldi yanımıza. Elinde deftere benzer, kitap gibi bir şey vardı. 'Özel time ait' dedi. 'Sırt çantasından çıktı.' Sayfaları, ateşin ışığında çevirmeye başladı. İçinde, devlet eliyle öldürülen Kürt aydın, yurtsever ve iş adamlarından bazılarının fotoğrafları vardı. Büyükce resimler. Sayfayı çevirdikçe bize gösteriyordu.
O sırada olmuştu herhalde... Soro birden elini hızla, çevrilen sayfanın üstüne koydu. Şaşırdık. Arkadaş, sayfayı açıp, ateşin aydınlığına tuttu. Orta yaşlı bir erkek fotoğrafıydı bu. Baktı Soro, kara bulutlar gözlerinde...
'Tanıyor musun' dedim. ' kim bu? Yakının falan mı?'
Yüzüme baktı. Gözleri, çatırdayarak yanan ateş gibi... kıpkırmızı...
'O, Mehmet Şen' dedi. ' Benim babamdı!'
Yüzünü ateşe çevirdi yeniden...
Gözyaşları ateşe düşüyordu usul usul...
Beni, üç gün sırtında taşıyıp, bir mucize gibi yaşamamı sağlamış olan, benim cesur arkadaşım, o ateşin başında öğrenmişti babasının şehit düştüğünü... şimdi onun ardından ağlıyor, sıcak gözyaşları kızgın ateşin alevlerine karışıyordu...'

O gece, ne kadar sürdü, hiç bilemedim.
Gece, ne zaman tükendi, sabah ne zaman oldu, hiç hatırlamadım... endişeli, kederli gözler dolaştı üzerimde... sesler vardı... hiç anlamadım.
Sadece oğlumun, ateşe düşen gözyaşlarını görüyordum... her damla, erimiş bir damla ateş gibi, içime akıyordu... öylece oturuyordum... kaskatı... gecenin sesleri susmuş, hayat durmuştu...
Bilmiyorum ne zamandı... oğlum geldi. Sisli, karanlık vadiden süzülüp, yanıma geldi... Önümde, dizlerini ıslak toprağa dayadı, diz çöktü... Elleriyle saçlarını şöyle bir karıştırıp, dağıttı. Her iki elini bana uzattı. 'bak, saçlarım hala reyhan kokuyor...' dedi. ' gördün mü, ellerimi reyhana batırdım yine, tıpkı eski günlerimizde olduğu gibi... aldın mı kokusunu?'
O an, keskin bir reyhan kokusu yayıldı geceye... bedenimde tatlı bir sarhoşluk hali... başımı salladım, evet anlamında. Sonra, uzanıp saçlarıma dokundu. 'Saçlarına yıldızlar yağmış...' dedi. 'Hani, saçlarına düşen ilk yıldızı ben görmüştüm... hatırladın mı? Koparma sakın, demiştim sana... ama koparmışsın işte...'
Ellerini tutup, parmaklarının ucunu öptüm. Elleri taş kadar soğuk! Sıcak nefesimi üfleyip ovaladım ellerimin arasında... ısıtamadım. Daha da soğudu... iki buz kalıbı gibi...
'Demek bizim için geldin bu dağlara...' dedi hüzünle...'Tamam. İşte geldin, gördün bizi... ağabeyimi de gördün... üstelik üşümüşsün de bak, senin bedenin de buz gibi...' Ellerini çekip, bir dizinin üzerinde doğruldu. Uzanıp, parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi.
'Yapma böyle...' dedi. 'Yapma... anne... bil ki, sen ağlarken, ben de ağlıyorum seninle....!'


Rüzgar vardı. Keskin dili değdiği yeri jilet gibi kesen türden. Sabah ayazı, nefesimi donduruyor, dişlerim birbirine çarpıyordu.
Fırat yoktu! Ne zaman gitmişti? Yanıma oturtmuştum. Sırtımızı palamut ağacının geniş gövdesine yaslamıştık. Soğuk ellerini, sıkı sıkı tutmuştum. Bir daha gitmesin diye... yine de giderse eğer, beni de götürsün diye...
'Bir yere gittiğim falan yok...' demişti, bahar dalı gibi gülümseyerek. Ben hep kalbindeyim zaten... ben hep seninleyim... anne...'

'O, öyle bir arkadaştı ki;' demişti Xogır, 'Sevgisi, derya deniz... fedakarlığı, sınırsız... bir çocuk kadar heyecanlı... bir derviş kadar sade... öfkesi, orman yangınları gibi... onuru, bu dağlar kadar yüce... o, benim hayatta en sevdiğim arkadaşımdı! Ben, o'nun arkadaşıydım!'
Yavrum... ciğerim... kurban olayım toprağına...

NURAY ŞEN
26.KASIM. 2011