Kandil'de
akşam oluyordu.
Dört
gündür yağan yağmur, nihayet o sabah dinmiş, yerini soğuk ama
güneşli, ışıl ışıl bir sonbahar zamanına bırakmıştı.
Biz yaşlı
bir palamut ağacının altına oturmuştuk Xogır'la. Karşı
tepeler, akşam güneşinin altında mora batmıştı. Derin vadiler
buğulu bir sisle kaplanmış, ortama mistik bir büyü katmıştı
sanki... 98 yılının Kasım sonlarını yaşıyorduk, Kandil'in
Dola Koki alanında.
Aslında,
bir süredir peşindeydim Xogır'ın. Kasım ortalarında bir gün,
oturmuş çay içiyorduk bir grup arkadaşla. Kirden kartmak
bağlamış, yer yer yanmış eğri büğrü plastik bardaklarda çay
içmeye ben de alışmıştım artık. Birara Xogır'ın dikkatle
bana baktığını hissettim. Yüzümde birşeyler arıyor gibiydi.
Bakışını farkettiğimi anladı. Kırık bir gülümsemeyle,
'biliyor musun heval Nuray' dedi ' ben, Soro'nun arkadaşıydım.
Zağroslarda beraberdik. Hiç ayrılmadık birbirimizden...ta ki,
onun düzenlemesi Dersim'e yapılana kadar...'
Karnıma, o
çok tanıdık ağrı saplandı. Ellerimle bastırıp, nefesimi
tuttum. Her kelimeyi içime alıp, saklamak istiyordum. 'Soro,
hayatımı kurtardı... O cehennemin içinden çekip çıkardı
beni... şimdi... o şehit... ben yaşıyorum...' Gözlerindeki
kederi gördüm. Yağmur bulutları gibi yüklü kederi... o zaman,
yüzümde yitirdiği arkadaşına ait çizgiler aradığını
anladım. Konuşmasına devam edemedi. Kalkıp gitti.
Ertesi gün,
erkenden kaldığı 'takım'a gittim. 'Bana oğlumu anlat...' dedim.
'Aklında kalan ne varsa, nasıl yaşadı bu dağlarda? Ne düşünürdü,
neyi severdi, neye güler, neye ağlardı?' dedim. 'Ne olur, ne varsa
yüreğinde ona dair, anlat bana...' Kalbimdeki kederi gördü. '
Tamam' dedi. Bildiğim her şeyi anlatacağım sana... ama şimdi
değil, daha sonra...'
Günlerce
peşinde dolandım durdum. Sabrımın sınırlarında, hep beni
göreceği yerlerde, yakınında..
O gün,
yine 'takım'ın altında, suyun kenarında punk topluyordum ki,
yanıma geldi Xogır. 'Yürüyelim mi?' dedi. Yürüdük, bizim
tepeye doğru. Sonra, iki taş çektik palamut ağacının altına,
oturduk. Toprakta ekşimsi bir koku... çürümüş, nemli
yaprakların kokusu...
'95
sonbaharıydı.' dedi. 'Operasyon çıkmıştı. Erzak çoktan
bitmişti. Günlerdir birşey yememiştik. Hepimiz açtık,
yorgunduk...
Geri
çekilirken arkadaşlardan kopmuştuk. Sonra çatışma başladı,
saatlerce sürdü. Ben ağır yaralanmıştım. Çok kan
kaybediyordum... şuurum, bir yerine geliyor, bir gidiyordu. Yani, o
güne ilişkin hatırladıklarım bölük pörçük...
Bir
arkadaş, üzerime eğilmiş, şöyle diyordu; ' Xogır'ı alamayız!
O şehit düşecek... yarası çok ağır. Derhal geri çekilmemiz
lazım. Kimseyi tehlikeye atamayız...' Sonra Soro'nun sesi geldi
kulağıma, 'Onu ben taşırım!' diyordu. Şehit düşerse eğer,
kucağımda düşsün... siz, önden gidin, arkadaşlara ulaşın...'
Konuşamıyordum.
'Beni bırakın, gidin!' demek istiyordum ama... yine bayılmışım.
Tekrar kendime gelebildiğimde Soro'nun sırtında olduğumu anladım.
Çok eziyet çekiyordu, bedenim ağırdı, yaram ağırdı, taşımak
zordu... üstelik açtık, halden düşmüştük... sessizce ağlıyor,
beni bırakması, kendini kurtarması için yalvarmak istiyordum ama
sesimi duyuramıyordum...
Geceydi.
Hafif bir ayışığı vardı. Bir kayanın altına yatırmıştı
beni. Buz gibi dağ gecesi, gözlerimi yakıyordu... Katılaşmış
bedenim acıdan uyuşmuştu. Kefiyesiyle yarama tampon yapmıştı
sanırım. İkimiz de kan içindeydik, yapış, yapış... Gözlerimi
açık görünce fısıldadı, 'az kaldı' dedi. Sabaha arkadaşlara
ulaşırız! Sakın şehit düşeyim deme! Bana acı...'
Arkadaşların
noktasına ne zaman ulaştığımızı hatırlamıyorum ama,
kurtulmuştuk işte yaşıyordum.
Ateşin
yanına yatırmışlardı beni. Sanki yere çivilenmişim gibi,
kıpırdıyamıyordum.
Soro'yu
gördüm. Yanımdaydı. Ateşin başında oturmuş, tütün
sarıyordu. Gözlerinin içi gülüyordu bana bakarken, 'Başardın
heval' dedi. 'Bak yine beraberiz. Doktor arkadaş, sardı sarmaladı
seni, iyi olacaksın... biraz uzun sürebilir sadece... 'Tüm gücümü
toplayıp, ben de gülümsemeye çalıştım. 'Sen başardın...'
dedim. 'Sen başardın arkadaşım...'
Sonra bir
arkadaş geldi yanımıza. Elinde deftere benzer, kitap gibi bir şey
vardı. 'Özel time ait' dedi. 'Sırt çantasından çıktı.'
Sayfaları, ateşin ışığında çevirmeye başladı. İçinde,
devlet eliyle öldürülen Kürt aydın, yurtsever ve iş
adamlarından bazılarının fotoğrafları vardı. Büyükce
resimler. Sayfayı çevirdikçe bize gösteriyordu.
O sırada
olmuştu herhalde... Soro birden elini hızla, çevrilen sayfanın
üstüne koydu. Şaşırdık. Arkadaş, sayfayı açıp, ateşin
aydınlığına tuttu. Orta yaşlı bir erkek fotoğrafıydı bu.
Baktı Soro, kara bulutlar gözlerinde...
'Tanıyor
musun' dedim. ' kim bu? Yakının falan mı?'
Yüzüme
baktı. Gözleri, çatırdayarak yanan ateş gibi... kıpkırmızı...
'O, Mehmet
Şen' dedi. ' Benim babamdı!'
Yüzünü
ateşe çevirdi yeniden...
Gözyaşları
ateşe düşüyordu usul usul...
Beni, üç
gün sırtında taşıyıp, bir mucize gibi yaşamamı sağlamış
olan, benim cesur arkadaşım, o ateşin başında öğrenmişti
babasının şehit düştüğünü... şimdi onun ardından ağlıyor,
sıcak gözyaşları kızgın ateşin alevlerine karışıyordu...'
O gece, ne
kadar sürdü, hiç bilemedim.
Gece, ne
zaman tükendi, sabah ne zaman oldu, hiç hatırlamadım... endişeli,
kederli gözler dolaştı üzerimde... sesler vardı... hiç
anlamadım.
Sadece
oğlumun, ateşe düşen gözyaşlarını görüyordum... her damla,
erimiş bir damla ateş gibi, içime akıyordu... öylece
oturuyordum... kaskatı... gecenin sesleri susmuş, hayat durmuştu...
Bilmiyorum
ne zamandı... oğlum geldi. Sisli, karanlık vadiden süzülüp,
yanıma geldi... Önümde, dizlerini ıslak toprağa dayadı, diz
çöktü... Elleriyle saçlarını şöyle bir karıştırıp,
dağıttı. Her iki elini bana uzattı. 'bak, saçlarım hala reyhan
kokuyor...' dedi. ' gördün mü, ellerimi reyhana batırdım yine,
tıpkı eski günlerimizde olduğu gibi... aldın mı kokusunu?'
O an,
keskin bir reyhan kokusu yayıldı geceye... bedenimde tatlı bir
sarhoşluk hali... başımı salladım, evet anlamında. Sonra,
uzanıp saçlarıma dokundu. 'Saçlarına yıldızlar yağmış...'
dedi. 'Hani, saçlarına düşen ilk yıldızı ben görmüştüm...
hatırladın mı? Koparma sakın, demiştim sana... ama koparmışsın
işte...'
Ellerini
tutup, parmaklarının ucunu öptüm. Elleri taş kadar soğuk! Sıcak
nefesimi üfleyip ovaladım ellerimin arasında... ısıtamadım.
Daha da soğudu... iki buz kalıbı gibi...
'Demek
bizim için geldin bu dağlara...' dedi hüzünle...'Tamam. İşte
geldin, gördün bizi... ağabeyimi de gördün... üstelik üşümüşsün
de bak, senin bedenin de buz gibi...' Ellerini çekip, bir dizinin
üzerinde doğruldu. Uzanıp, parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi.
'Yapma
böyle...' dedi. 'Yapma... anne... bil ki, sen ağlarken, ben de
ağlıyorum seninle....!'
Rüzgar
vardı. Keskin dili değdiği yeri jilet gibi kesen türden. Sabah
ayazı, nefesimi donduruyor, dişlerim birbirine çarpıyordu.
Fırat
yoktu! Ne zaman gitmişti? Yanıma oturtmuştum. Sırtımızı
palamut ağacının geniş gövdesine yaslamıştık. Soğuk
ellerini, sıkı sıkı tutmuştum. Bir daha gitmesin diye... yine de
giderse eğer, beni de götürsün diye...
'Bir yere
gittiğim falan yok...' demişti, bahar dalı gibi gülümseyerek.
Ben hep kalbindeyim zaten... ben hep seninleyim... anne...'
'O, öyle
bir arkadaştı ki;' demişti Xogır, 'Sevgisi, derya deniz...
fedakarlığı, sınırsız... bir çocuk kadar heyecanlı... bir
derviş kadar sade... öfkesi, orman yangınları gibi... onuru, bu
dağlar kadar yüce... o, benim hayatta en sevdiğim arkadaşımdı!
Ben, o'nun arkadaşıydım!'
Yavrum...
ciğerim... kurban olayım toprağına...
NURAY ŞEN
26.KASIM.
2011