3 Nisan 2013 Çarşamba

KATRE-İ MUHABBET


KATRE-İ MUHABBET

Güneşli, ışıl ışıl bir bahar sabahına uyanıyorum bugün... Hava öyle tatlı ki, bir top Şam kadifesi gibi  yumuşacık sarıp sarmalıyor, yaralarına dokunuyor insanın... Saçlarımızın arasında usul usul gezinirken zarif parmakları, binbir renk herca-i menekşelerin kokusunu taşıyor tenimize.
Çok özlediğimiz bir dostun sımsıcak gülüşü gibi bahar...
Fırat'ımın, o kimselere benzemeyen aydınlık gülüşü gibi, insanı hayata kışkırtıyor!

Artık lalelerin zamanıdır. Sokakların, caddelerin, görkemli bulvarların çiçeklere ayrılmış her bölümünde, rengârenk laleler salınıyor. Mesnevi'ye yansıyan Mevlana'nın 'kızıl neş'esi' gibi kan kırmızı laleler... ve mavi, mor, lacivert, siyah laleler...
İskender Pala, Katre-i Matem adlı romanında aşkı anlatırken, laleyi yerleştirmiş aşkın kalbine. Adeta ibadet edercesine, lale soğanından mucizevi renklerde lale üreten, sabırlı, usta yüreklerin tutkusunu anlatıyor. 'Cennet nuru' (nur-i adn) adını verdiği ilk özel laleyi üreten Ebussuud Efendi'nin ardından, aynı aşk sarhoşluğu ile bu geleneği sürdüren Hafız Çelebi'nin, zaman yolculuğunun esrarına sürüklüyor insanı. Laleye rengin büyüsünü veren ustalık, emekle nakış nakış dokunan ince sır...

Bir zamanlar, İstanbul saltanatının sembolü olan, hatta bir döneme adını veren laleler, Kanuni'den itibaren Avrupa saraylarına da yerleşiyor. Ama ince sır, ustalarının zulasında gizlenmeye devam ediyor. Çok sonradır, lalelerin şifresinin çözülüp, saraylardan kamu alanlarına taşınması.
Fakat nerede yetişirse yetişsin laleler, bahara yakışan vakarını hep korurlar. Kimyasındaki sır, ustalarının mayasındaki aşkla öyle birleşmiştir ki, o majestik tavır kadimdir. 'Bir aşkın adı, bir kalbi yakınlık, bir derin hüzün buketi' gibi...
Şu ışıl ışıl bahar sabahının ve tam karşımdaki tarhlarda rengârenk gülümseyen lalelerin yeline kapılıp gitmek istiyorum bugün... Olmuyor. Aklım yaşayıp tükettiğimiz 3 Nisan Pazar sabahında. Kalbim dikenli tellere takılmış...

Bir işaret gibi... Gökyüzü çamur renginde. Geceden kalma ıslak, kasvetli bir gün. Üç haberi aynı anda okuyorum.

Vakkas Dalkılıç hayatını yitirdi!

Gerilla cenazelerini almak için, aileler bekliyor!

Onbinler, doğum günü kutlamaları için Amara'ya akın ediyor!

Kara haber, hep rüzgarın kanadında ulaşır sahiplerine, özleyenlerine. Ve rüzgar hızıyla kanatır, kırar döker insanın içinde ne varsa! Belki de, uzak diyarlarda yaşamanın en çaresiz yanı budur. Elin ermez, tutamazsın 'gidenin' ellerini. Gözün görmez, son kez ufacık da olsa, bir fotoğraf yerleştiremezsin gözbebeklerine... Öylece kalakalır insan. Bir derin yalnızlıkta... bir başına...

Neredeyse yirmi beş yıla uzanan bir arkadaşlıktı bizimki. Vakkas Dalkılıç, hem Mehmet Şen'in hem benim, kardeşimiz, yoldaşımızdı! Hiç incitmedik birbirimizi, hiç kırmadık... Gittiğine inanmak ne kadar da zor! Ağzımda kinin acısı... Ben şimdi özgürlüğe adanmış bir ömrü, yüreğimize nakşederek bu kadar erken giden arkadaşıma ağlıyorum! İki göz nuru, iki cesur evladını bu acımasız savaş yıllarında yitiren, acısını damla damla içine akıtıp, yüreğinde biriktiren o yiğit, o güzel kardeşime ağlıyorum! İçim acıyor. Gözlerim yanıyor. Yanında değildim diye... arkasından yürüyemedim, toprağına dokunamadım diye... kendime ağlıyorum... Nice acılara, işkencelere, zulümlere direnen cesur arkadaşıma, kendi usulümce veda ediyorum uzak diyarlardan...

Bir 'katre-i matem' daha düşüyor yüreğime...

Kollarım iki kanat olsaydı, uçup gitseydim, varıp öpseydim gözlerini o soğuk morgda sahiplerini bekleyen gerillaların, diyorum. Ciğerlerine ateş düşmüş analarının yanıbaşlarında duraydım... Ağır başını göğsüme yaslayıp, 'ağla benim kardeşim, ağla ki, içinde kezzabın çürüttüğü ne varsa dışarı çıksın!' deseydim her bir anaya... yoksa, dağların dayanmadığı acıya, nasıl dayanır yumruk kadar ana yüreği!

Evlat nedir? Bilmek kolay mı? Evlat acısı nedir? Anlamak kolay mı? Düşmanıma dilemem böyle bir zulümü. Sloganlar tükenip, el-ayak çekildiğinde, kurtlar-kuşlar uykuya dalıp, gece olanca gücüyle üstüne yıkıldığında insanın, o meş'um zamanı kim anlatabilir ki?
Gelip karşında durur bazıları, elini tutar, sarılır, derki; 'Ne yapalım heval, savaştır! Ağlamak olmaz! Savaştır! Zaten artık alıştık şehadetlere..!'

Kabahat mı büyük, özür mü? Ben kendi adıma anlayamadım hala. Savaşa endeksli bir vurdum duymaz tavır, bir tuhaf 'alışkanlık', ve bir anneye, ne yapıp, ne yapmayacağını buyuran bir kaba 'devrimcilik(!)... İnsan, ölüme nasıl alışır? Üstelik bu ölümden de ötesidir! Zulümdür! Öyle erken, öyle zamansız, öyle değdiği her şeyi bir anda paramparça eden! Alışabilir mi insan? Anormal olan ben miyim? Çünkü ne ölüme, ne zulüme -yüz yıl sürse de savaş- ne alıştım, ne de alışabilirim!
Her ölüm, bir 'katre-i matem'dir içimde!

Çoğunluk için, eldeki yara, duvardaki deliktir. Ayıp değil, günah değil, bir insan halidir. Hayat böyle öğretir insana. Ta ki, zulüm gelip, kendi yüreğini bulana dek. Mesela benim annem, aslında duygulu bir kadındır. Kendi yağıyla kavrulan, kimseye zararı dokunmayan, hatta karşısındakinin gözleri dolsa, ondan önce boncuk boncuk ağlayan biri. Hatırlarım gençliğimden; mesela bir haber geçilirdi radyoda, diyelim bir tren kazası olmuş Hindistan'da. Annem, yarım yamalak duyar, koşar gelirdi mutfaktan; 'N'olmuş, n'olmuş?' derdi. Hindistan'da tren devrilmiş anne. İkiyüz kişi ölmüş!' derdim. 'Aman çok şükür! Ben de 'bizde' olmuş sandım da, yüreğim koptu!' olurdu tepkisi. Kızardım o zamanlar. Tartışırdık saatlerce. Artık kızamıyorum bile. Hayat, zalim bir öğretmen gibi, kafamıza vura vura ögretti ki, ateş düştüğü yeri yakıp kül ediyor!

İnsanı utandıran, yahut insanın damarına basan başka bir şey var. Bazılarının, başkalarının 'acıları' üzerinden kendini örgütleyip, prim yapması. Başkalarının 'acılarını', girip istediklerini alacak bir 'kapı' olarak görmesi. Ve o kadar çok ki böyleleri. Zozanlarda, sonbaharda mesela, yağmurun ardından şimşekler çakarken, toprağın altından mantarlar fırlar çıkardı! Öyle bir şey işte. 'Ne yapalım heval, savaştır!'ın iyi niyete ait kısmı hariç, bir de böyle yanı var.


Orhan Veli'ye, 'eve ekmek götürmeyi' unutturan, şu muhteşem bahar sabahında, Ahmet Arif'in 'seni baharmışsın gibi düşünüyorum' diye eşkere ettiği deli hasretinde, akıp gitmeyi ne kadar istiyorum... İçimde bir 'katre-i matem' hüznü ve bir katre-i muhabbet özlemi yanıyor kalbimde...

Diyor ya, Sezen Aksu;
'ne ağzımın tadı var, ne canda huzur
gönül nasıl derin bir kederde
aşkından ümidi kestim, hiç olmazsa
evim şenlensin, sohbete gelde...'
                                                    

NURAY ŞEN