Eşimdi.
Kıymetlimdi.
Komşu
çocuklarıydık. Evlerimiz bitişik.
Ön kapı bizim,
yan kapı onların.
Vakitli vakitsiz girer çıkarız
evlerimize. Yani her halini biliriz birbirimizin.
Aynı
avluda büyüdük. İkimizde
ailelerimizin nazlısıydık. Ben, üç
erkek kardeşin bir bacısıyım.
O, beş kızkardeşin
bir erkek kardeşi. Aynı
sokakta oynadık, aynı
okullarda okuduk, üniversite sınavlarına
birlikte girdik, ikimizde kazanamadık. O,
taksi işine başladı,
ben İngilizce kursuna yazıldım.
İngilizcem var gerçi
iyi kötü, ama yeterli değil.
Malum bizim buralar turistik yer. Yaşam
turizme endeksli. Hangi işe basvursam,
İngilizce istiyorlar.
Bir çocuk
var. Öğretmen. Uzaktan akrabamız.
İstanbul'da oturuyorlar da, her yaz buraya
gelirler. Onunla takılıyoruz bazen,
sahilde dondurma falan yiyoruz. Evlenmek istiyor benimle. Aslında
beğeniyorum çocuğu
ama içim atmıyor.
Bir yanım evet diyor, bir yanım
olmazlanıyor.
Bir akşam
istemeye geldiler. Ben mutfakta kahve
hazırlıyorum. Birden mutfağın
bahçe kapısından
giriverdi. Elimi tutup bahçenin
karanlığına çekti
beni. Sırtımı elma ağacına
yasladım. 'N'oldu? İçerde
misafir var, derdin ne?' dedim. Elleri saçlarıma
uzandı. Karanlıktan
da güç aldı
sanırım, hızlı
hızlı anlattı.
'Bak, ben seni seviyorum! Çocukluğumdan
beri, kendimi bildim bileli. Ama utandım
hep. Komşuyuz ya... yani kardeş
gibi büyüdük ya... işte
ayıp gibi geldi bana, sustum. İçime
attım. Şimdi
alıp götürecekler
seni. Dayanamam. Ne olur gönder
içerdekileri.
Güzelim!
Başkasına gidip de öldürme
beni! Kıyma bana! Bize kıyma!...'
Kıymadım.
'İstemiyorum' dedim babama, 'ne diyorsun
kızım?' dediğinde.
O gece, sırtımı
dayamasaydım elma ağacına,
heyecandan belki de düşüverirdim. Kalbim
fırlamış çıkmıştı
sanki yerinden, tam boğazımın sınırına
dayanmıştı. Orada atıyordu,
küt..küt..küt...Yüzümü al basmıştı...
Sonrası
bir masal gibiydi. Annelerimiz, yaptılar,
çattılar. Tek pürüz
askerlikti. Babam, 'dünyanın kaç
türlü hali var. Askerliğini
yapsın gelsin hayırlısıyla,
düğünü o zaman yaparız.'
diyordu. Onu da ikna ettiler.
Evlendik. Salonda yaptık
düğünü yaz sonunda. Damatlığının
içinde ince, uzun, dal gibi. Gözleri
deniz mavisi. Aydınlık. Güneşli
günlerde, öyle
berrak, öyle ışıl
ışıl yanar ki gözleri,
sanırsınız güneş
denizin içine düşmüş...
kapalı havalarda, denizi sis kaplamış
gibi, buğulu bakar gözlerinin
mavisi. Biz deniz çocuklarıyız.
Kimyamız, deniz kokar. Yosun kokar.
Alışmışız dalgaların
sesine bir kere. Dalgaların sesi
yüreğimizin aşina
oldugu müziktir, ruhumuzu besleyen kaynak.
Salona girerken, vals
çalıyordu orkestra. Dansettik aşkla,
mutlulukla... Gelinliğimin üstü
dantel, dar, altı kopuk kopuk kabarık...
vals yaparken uçuyordum sanki, öyle
hafiftim kendime, birleşen parmaklarımızın
arasından ter sızıyordu
bileklerimize... kımıl kımıl...
O gece sorsalardı bana, ' aşk
nedir, mutluluk nedir?' diye, 'vals!'
derdim, 'şu çılgın
vals! Aşkımızın hem şahidi,
hem adı...'
Aynı
mahallede, ailelerimize komşu oturuyorduk.
Hayallerimiz, beklentilerimiz vardı
hayattan. İkimizde çalışıyorduk.
Bazen iş çıkışı
buluşur, sahilde yürürdük,
yaz partilerine katılırdık.
Bir haziran gününde
doğdu kızımız.
Saçları kapkara, kıvır
kıvır, benim saçlarım
gibi. Gözleri deniz mavisi, babasının
gözleri gibi. Öyle
güzel bir bebekti ki... kucağına
aldı onu, yumuk yumuk ellerini öpüp
kokladı. 'Adını
Haziran koyalım mı?'
dedi. Hayatı, haziran güneşi
gibi aydınlık, mutlu olsun.' Ben de çok
beğendim. Adını
Haziran koyduk.
Sonra kara bulutlar çöktü
üstümüze. Askerlik zamanıydı.
Korkuyorduk. Savaş vardı
gideceği yerlerde! Ölüm vardı!
Bela vardı! Yıllardır
devlet, Kürtlerle savaşıyordu.
Babam, 'bu ne inattır yahu!' diyordu.
'verin adamların haklarını,
bitsin bu savaş! Hergün
kavga, hergün ölüm,
valla kimsenin huzuru kalmadı memlekette!'
diyordu. Ama elimizden birşey de
gelmiyordu.
Gitti! Arkadaşları
davul-zurnayla yolculamak istiyorlardı.
İstemedi. Zaten utanır
böyle abartılı
işlerden. 'Sova gerek yok... hem ben,
gönüllü gitmiyorum ki, benim tercihim
degil ki...' dedi. Kızdılar. Korkaklıkla
suçladılar. 'sen ne biçim
Türksün?' dediler. Aldırmadı.
Sadece bana, 'tabii ki korkuyorum!' dedi. Tanımadığım,
bilmediğim Kürt
dağlarında, yürümeyi
bile bilmem ben. Kimbilir ne gelecek başıma?
Kimbilir kimlerin hedefi olacağım, kim
benim hedefim olacak? Allah, öldürmeyi
değil, sağ
salim evime dönmeyi nasip etsin bana...'
İçim
sızlıyordu! Uykuyu da kaybetmiştim
bir süredir. Ağladım.
'Seni beklediğimizi unutma!' dedim.
'tamam' dedi. 'geri döneceğim...'
Döndü!
Bir haziran sıcağında... bir tabut
içinde.
Çok
sevdiği saçlarımı
kökünden kestim. Ağladım...ağladım...
yüreğimin yangınını
söndürmedi hiç
birşey.
Bir büyük
kalabalık evimize getirdi onu, sonra alıp
götürdüler... 22 yaşında,
toprağa koydular!
'Şehit
oldu!' dediler. 'teröristlerin' açtığı
ilk ateşte şehit
oldu! bağırdılar, slogan attılar,
sonra gittiler...
22 yaşındayım
daha. Kucağımda kızım...
Kıydılar
bize! Gençliğimize kıydılar!
Onu öldürürken, beni de öldürdüler!
Hayallerimizi aldılar yüreğimizden...
Ben şimdi
kimin yakasını tutayım
yarabbi? Suçlu kim? Ölen
mi, öldüren mi? Kim?
Devlet, vatandaşının
canını, malını
korumakla mükellef değil
mi? Askeri kahraman, dağdakini 'düşman'
ilan ederek can korunur mu? İki çanağı
birbirine vurursan, biri kırılırsa
diğeri de çatlamaz
mı?
22 Mayıs
2011
NURAY ŞEN