27 Aralık 2012 Perşembe

VALS II

BİR ' ÖTEKI ' KADIN II

Eşimdi. Kıymetlimdi.

Komşu çocuklarıydık. Evlerimiz bitişik. Ön kapı bizim, yan kapı onların. Vakitli vakitsiz girer çıkarız evlerimize. Yani her halini biliriz birbirimizin.
Aynı avluda büyüdük. İkimizde ailelerimizin nazlısıydık. Ben, üç erkek kardeşin bir bacısıyım. O, beş kızkardeşin bir erkek kardeşi. Aynı sokakta oynadık, aynı okullarda okuduk, üniversite sınavlarına birlikte girdik, ikimizde kazanamadık. O, taksi işine başladı, ben İngilizce kursuna yazıldım. İngilizcem var gerçi iyi kötü, ama yeterli değil. Malum bizim buralar turistik yer. Yaşam turizme endeksli. Hangi işe basvursam, İngilizce istiyorlar.

Bir çocuk var. Öğretmen. Uzaktan akrabamız. İstanbul'da oturuyorlar da, her yaz buraya gelirler. Onunla takılıyoruz bazen, sahilde dondurma falan yiyoruz. Evlenmek istiyor benimle. Aslında beğeniyorum çocuğu ama içim atmıyor. Bir yanım evet diyor, bir yanım olmazlanıyor.

Bir akşam istemeye geldiler. Ben mutfakta kahve hazırlıyorum. Birden mutfağın bahçe kapısından giriverdi. Elimi tutup bahçenin karanlığına çekti beni. Sırtımı elma ağacına yasladım. 'N'oldu? İçerde misafir var, derdin ne?' dedim. Elleri saçlarıma uzandı. Karanlıktan da güç aldı sanırım, hızlı hızlı anlattı. 'Bak, ben seni seviyorum! Çocukluğumdan beri, kendimi bildim bileli. Ama utandım hep. Komşuyuz ya... yani kardeş gibi büyüdük ya... işte ayıp gibi geldi bana, sustum. İçime attım. Şimdi alıp götürecekler seni. Dayanamam. Ne olur gönder içerdekileri.

Güzelim! Başkasına gidip de öldürme beni! Kıyma bana! Bize kıyma!...'

Kıymadım. 'İstemiyorum' dedim babama, 'ne diyorsun kızım?' dediğinde.

O gece, sırtımı dayamasaydım elma ağacına, heyecandan belki de düşüverirdim. Kalbim fırlamış çıkmıştı sanki yerinden, tam boğazımın sınırına dayanmıştı. Orada atıyordu, küt..küt..küt...Yüzümü al basmıştı...

Sonrası bir masal gibiydi. Annelerimiz, yaptılar, çattılar. Tek pürüz askerlikti. Babam, 'dünyanın kaç türlü hali var. Askerliğini yapsın gelsin hayırlısıyla, düğünü o zaman yaparız.' diyordu. Onu da ikna ettiler.

Evlendik. Salonda yaptık düğünü yaz sonunda. Damatlığının içinde ince, uzun, dal gibi. Gözleri deniz mavisi. Aydınlık. Güneşli günlerde, öyle berrak, öyle ışıl ışıl yanar ki gözleri, sanırsınız güneş denizin içine düşmüş... kapalı havalarda, denizi sis kaplamış gibi, buğulu bakar gözlerinin mavisi. Biz deniz çocuklarıyız. Kimyamız, deniz kokar. Yosun kokar. Alışmışız dalgaların sesine bir kere. Dalgaların sesi yüreğimizin aşina oldugu müziktir, ruhumuzu besleyen kaynak.

Salona girerken, vals çalıyordu orkestra. Dansettik aşkla, mutlulukla... Gelinliğimin üstü dantel, dar, altı kopuk kopuk kabarık... vals yaparken uçuyordum sanki, öyle hafiftim kendime, birleşen parmaklarımızın arasından ter sızıyordu bileklerimize... kımıl kımıl... O gece sorsalardı bana, ' aşk nedir, mutluluk nedir?' diye, 'vals!' derdim, 'şu çılgın vals! Aşkımızın hem şahidi, hem adı...'
Aynı mahallede, ailelerimize komşu oturuyorduk. Hayallerimiz, beklentilerimiz vardı hayattan. İkimizde çalışıyorduk. Bazen iş çıkışı buluşur, sahilde yürürdük, yaz partilerine katılırdık.

Bir haziran gününde doğdu kızımız. Saçları kapkara, kıvır kıvır, benim saçlarım gibi. Gözleri deniz mavisi, babasının gözleri gibi. Öyle güzel bir bebekti ki... kucağına aldı onu, yumuk yumuk ellerini öpüp kokladı. 'Adını Haziran koyalım mı?' dedi. Hayatı, haziran güneşi gibi aydınlık, mutlu olsun.' Ben de çok beğendim. Adını Haziran koyduk.

Sonra kara bulutlar çöktü üstümüze. Askerlik zamanıydı. Korkuyorduk. Savaş vardı gideceği yerlerde! Ölüm vardı! Bela vardı! Yıllardır devlet, Kürtlerle savaşıyordu. Babam, 'bu ne inattır yahu!' diyordu. 'verin adamların haklarını, bitsin bu savaş! Hergün kavga, hergün ölüm, valla kimsenin huzuru kalmadı memlekette!' diyordu. Ama elimizden birşey de gelmiyordu.

Gitti! Arkadaşları davul-zurnayla yolculamak istiyorlardı. İstemedi. Zaten utanır böyle abartılı işlerden. 'Sova gerek yok... hem ben, gönüllü gitmiyorum ki, benim tercihim degil ki...' dedi. Kızdılar. Korkaklıkla suçladılar. 'sen ne biçim Türksün?' dediler. Aldırmadı. Sadece bana, 'tabii ki korkuyorum!' dedi. Tanımadığım, bilmediğim Kürt dağlarında, yürümeyi bile bilmem ben. Kimbilir ne gelecek başıma? Kimbilir kimlerin hedefi olacağım, kim benim hedefim olacak? Allah, öldürmeyi değil, sağ salim evime dönmeyi nasip etsin bana...'

İçim sızlıyordu! Uykuyu da kaybetmiştim bir süredir. Ağladım. 'Seni beklediğimizi unutma!' dedim. 'tamam' dedi. 'geri döneceğim...'

Döndü! Bir haziran sıcağında... bir tabut içinde.
Çok sevdiği saçlarımı kökünden kestim. Ağladım...ağladım... yüreğimin yangınını söndürmedi hiç birşey.

Bir büyük kalabalık evimize getirdi onu, sonra alıp götürdüler... 22 yaşında, toprağa koydular!
'Şehit oldu!' dediler. 'teröristlerin' açtığı ilk ateşte şehit oldu! bağırdılar, slogan attılar, sonra gittiler...

22 yaşındayım daha. Kucağımda kızım...

Kıydılar bize! Gençliğimize kıydılar! Onu öldürürken, beni de öldürdüler! Hayallerimizi aldılar yüreğimizden...

Ben şimdi kimin yakasını tutayım yarabbi? Suçlu kim? Ölen mi, öldüren mi? Kim?
Devlet, vatandaşının canını, malını korumakla mükellef değil mi? Askeri kahraman, dağdakini 'düşman' ilan ederek can korunur mu? İki çanağı birbirine vurursan, biri kırılırsa diğeri de çatlamaz mı?



22 Mayıs 2011
NURAY ŞEN

6 Aralık 2012 Perşembe

VALS

 BİR ' ÖTEKİ ' KADIN

Sevgilimdi.

Gözleri öyle alev alev... ne zaman gözlerinin içine baksam, bir mucize olur, sanki zaman tüneline girmişim gibi, bilmediğim, tanımadığım zamanların hoşluğunda yitip giderdim... Gülünce yaz gecelerinin o efsunlu sıcaklığı sarardı içimi.
O, sevmeye doyamadığım,
O, 'gitme!' demeğe kıyamadığımdı.
Üniversitede tanışmıştık. İstanbul'da. Mimar Sinan'da, aynı fakültede okuyorduk. Dilinde söyleyecek sözü, kalbinde hayalleri olan iki Kürt, iki gençtik. Bıçak sırtı zamanı paylaştık onunla. İnandığımız ne varsa, özgürlük tutkusunu, yoldaşlığı, insanın mutluluğuna dair hayallerimizi paylaştık. Yaralarımızı gösterdik birbirimize. Yaralarımızı sardık. Endişelerimizi, korkularımızı, acılarımızı, sevgiyi paylaştık. Aşkı paylaştık Sırat Köprüsü'nde dansedercesine!

Zor zamanlardı. Toplantılardan, eylemlerden, işkenceli gözaltılardan, cezaevlerinden sonra birbirimize koşardık... yorgun, yaralı, nefes nefese...

Hiç ayrılmadık birbirimizden. Gittiği ana kadar... İki aşk vardı kalbinde. Bir yanında dağlar, bir yanında ben. Çok düşündüm sonraları, 'gitme!' deseydim ona, 'ne olur gitme!' deseydim, yine de gider miydi?' diye... Aslında cevabını bildiğim bir soruydu. Şöyle fısıldardım içime, 'giderdi, yine de...' Aklı dağlara takılmıştı bir kere. Gönlü dağlara düşmüştü. 'Gitmezsem eğer, hep pişman yaşarım hayatı' demişti son gecemizde. 'Kaç arkadaşımız gitti, kaç arkadaşımızı yitirdik! Suçlu gibiyim, farklı bir ateş yanıyor içimde...' demişti. 'Korkuyorum, yalan yok. Ölmekten de, öldürmekten de korkuyorum! Ben hiç bir canlıyı bilerek öldürmedim ki... bir tavuk kesmedim mesela. Ne bileyim bir köpek taşlamadım çocukluğumda bile... bir kuş vurmadım sapanla...'

Susmuştuk. Kelimeler boğazımızda dizi dizi. Ağladık sonra. Öyle, eşkere. Gözyaşlarımızı saklamadan birbirimizden. Bir ara elimden tutup, 'dansedelim' dedi. Önce ağır ağır dönüp durduk. Sonra kendimizden vazgeçercesine vals yaptık. Semazenlerin dansına benziyordu valsimiz. Tanrıya itaat eder gibi, aşka itaat ettik! Döndük ayrılığın etrafında! Bir trans haliydi, halimiz. İçimizdeki aşkla buluştuk... valsin adı asktı, aşkın adı vals..!

Gitti. Sabahın alacakaranlığında. Sokağın köşesini dönüp, kaybolduğunda ben de kayboldum hayatın içinde.
Kaç gün, kac ay, kaç yıl, bir haber bekledim. Bir selam, bir satırlık not... gelmedi. Hergün, yüreğim ağzımda haberleri izledim. Her çatışma haberinde kalbim duruyordu sanki. Televizyonlara yansımayan söylentilere kulak kabartıyordum.
Ne kadar da kolay söylediler. 'Şehit düştü!' dediler. 'Kahramanca savaşarak... bir çatışmada... son mermisine kadar...' dediler...

Kalbimi öyle delip geçti ki o mermiler, öyle paramparça etti ki, acıdan nefes alamadım! Bağırmadım! Ağlamadım! Bedenim taşa kesti! İçimde alev alev bir yangın! Dizlerimin bağı çözülüverdi birden... çöktüm. Kalkamadım... Kaldırdılar. Kimsenin yüzünü hatırlamıyorum ama, kalabalıktılar. Kimse konuşmuyordu, sadece aglıyordular. Bir ben ağlamıyordum...
O gece, el ayak çekildiğinde, bir topaç gibi döndüm durdum kendi etrafımda acıyla! Bende kalan kazağına sarıldım döndüm, ölümle vals yaparcasına! Son gecemizin valsi gibi değil, kendimi dağıtıp, öldürürcesine!

Dokuz yıl oldu onu yitireli. Gideli oniki yıl. Hatta oniki yıl, iki ay. O gittikten sonra, küçücük ellerine yapışıp, ayağa kalktığım kızım, bu kez de hayata bağladı beni. O kadar çaresizdik ki, tek çaremiz güçlü olmaktı.

Çalışıyorum. İşimi seviyorum. Evlenmedim. Çünkü o, hep bizimle beraber. Hep yanımızda. Benim küçük bebeğim artık büyüdü. 11 yaşında. Yakında 12 yaşına girecek. Öyle güzel ki, gözleri öyle benziyor ki, ona bakarken, coğu kez bir zaman tüneline dalıyorum sanki ve orada tanıdığım, hiç unutmadığım onun gözleriyle buluşuyorum... güneşli, pırıl pırıl gözleriyle...
Hiç tanımadılar birbirlerini. Hiç görmediler. Bu yüzden bir yanı eksik... benim de bir yanım eksik, yaralı... Ama, ellerimiz, ellerimizin içinde.

Adı, Hatıra. Adını Hatıra koydum!

Nuray Şen

25 Kasım 2012 Pazar

KALBİMİN SEVGİLİSİ... FIRAT ŞEN'İN ( SORO ) ANISINA...



Kandil'de akşam oluyordu.
Dört gündür yağan yağmur, nihayet o sabah dinmiş, yerini soğuk ama güneşli, ışıl ışıl bir sonbahar zamanına bırakmıştı.

Biz yaşlı bir palamut ağacının altına oturmuştuk Xogır'la. Karşı tepeler, akşam güneşinin altında mora batmıştı. Derin vadiler buğulu bir sisle kaplanmış, ortama mistik bir büyü katmıştı sanki... 98 yılının Kasım sonlarını yaşıyorduk, Kandil'in Dola Koki alanında.
Aslında, bir süredir peşindeydim Xogır'ın. Kasım ortalarında bir gün, oturmuş çay içiyorduk bir grup arkadaşla. Kirden kartmak bağlamış, yer yer yanmış eğri büğrü plastik bardaklarda çay içmeye ben de alışmıştım artık. Birara Xogır'ın dikkatle bana baktığını hissettim. Yüzümde birşeyler arıyor gibiydi. Bakışını farkettiğimi anladı. Kırık bir gülümsemeyle, 'biliyor musun heval Nuray' dedi ' ben, Soro'nun arkadaşıydım. Zağroslarda beraberdik. Hiç ayrılmadık birbirimizden...ta ki, onun düzenlemesi Dersim'e yapılana kadar...'
Karnıma, o çok tanıdık ağrı saplandı. Ellerimle bastırıp, nefesimi tuttum. Her kelimeyi içime alıp, saklamak istiyordum. 'Soro, hayatımı kurtardı... O cehennemin içinden çekip çıkardı beni... şimdi... o şehit... ben yaşıyorum...' Gözlerindeki kederi gördüm. Yağmur bulutları gibi yüklü kederi... o zaman, yüzümde yitirdiği arkadaşına ait çizgiler aradığını anladım. Konuşmasına devam edemedi. Kalkıp gitti.

Ertesi gün, erkenden kaldığı 'takım'a gittim. 'Bana oğlumu anlat...' dedim. 'Aklında kalan ne varsa, nasıl yaşadı bu dağlarda? Ne düşünürdü, neyi severdi, neye güler, neye ağlardı?' dedim. 'Ne olur, ne varsa yüreğinde ona dair, anlat bana...' Kalbimdeki kederi gördü. ' Tamam' dedi. Bildiğim her şeyi anlatacağım sana... ama şimdi değil, daha sonra...'
Günlerce peşinde dolandım durdum. Sabrımın sınırlarında, hep beni göreceği yerlerde, yakınında..
O gün, yine 'takım'ın altında, suyun kenarında punk topluyordum ki, yanıma geldi Xogır. 'Yürüyelim mi?' dedi. Yürüdük, bizim tepeye doğru. Sonra, iki taş çektik palamut ağacının altına, oturduk. Toprakta ekşimsi bir koku... çürümüş, nemli yaprakların kokusu...
'95 sonbaharıydı.' dedi. 'Operasyon çıkmıştı. Erzak çoktan bitmişti. Günlerdir birşey yememiştik. Hepimiz açtık, yorgunduk...
Geri çekilirken arkadaşlardan kopmuştuk. Sonra çatışma başladı, saatlerce sürdü. Ben ağır yaralanmıştım. Çok kan kaybediyordum... şuurum, bir yerine geliyor, bir gidiyordu. Yani, o güne ilişkin hatırladıklarım bölük pörçük...
Bir arkadaş, üzerime eğilmiş, şöyle diyordu; ' Xogır'ı alamayız! O şehit düşecek... yarası çok ağır. Derhal geri çekilmemiz lazım. Kimseyi tehlikeye atamayız...' Sonra Soro'nun sesi geldi kulağıma, 'Onu ben taşırım!' diyordu. Şehit düşerse eğer, kucağımda düşsün... siz, önden gidin, arkadaşlara ulaşın...'
Konuşamıyordum. 'Beni bırakın, gidin!' demek istiyordum ama... yine bayılmışım. Tekrar kendime gelebildiğimde Soro'nun sırtında olduğumu anladım. Çok eziyet çekiyordu, bedenim ağırdı, yaram ağırdı, taşımak zordu... üstelik açtık, halden düşmüştük... sessizce ağlıyor, beni bırakması, kendini kurtarması için yalvarmak istiyordum ama sesimi duyuramıyordum...
Geceydi. Hafif bir ayışığı vardı. Bir kayanın altına yatırmıştı beni. Buz gibi dağ gecesi, gözlerimi yakıyordu... Katılaşmış bedenim acıdan uyuşmuştu. Kefiyesiyle yarama tampon yapmıştı sanırım. İkimiz de kan içindeydik, yapış, yapış... Gözlerimi açık görünce fısıldadı, 'az kaldı' dedi. Sabaha arkadaşlara ulaşırız! Sakın şehit düşeyim deme! Bana acı...'
Arkadaşların noktasına ne zaman ulaştığımızı hatırlamıyorum ama, kurtulmuştuk işte yaşıyordum.
Ateşin yanına yatırmışlardı beni. Sanki yere çivilenmişim gibi, kıpırdıyamıyordum.
Soro'yu gördüm. Yanımdaydı. Ateşin başında oturmuş, tütün sarıyordu. Gözlerinin içi gülüyordu bana bakarken, 'Başardın heval' dedi. 'Bak yine beraberiz. Doktor arkadaş, sardı sarmaladı seni, iyi olacaksın... biraz uzun sürebilir sadece... 'Tüm gücümü toplayıp, ben de gülümsemeye çalıştım. 'Sen başardın...' dedim. 'Sen başardın arkadaşım...'
Sonra bir arkadaş geldi yanımıza. Elinde deftere benzer, kitap gibi bir şey vardı. 'Özel time ait' dedi. 'Sırt çantasından çıktı.' Sayfaları, ateşin ışığında çevirmeye başladı. İçinde, devlet eliyle öldürülen Kürt aydın, yurtsever ve iş adamlarından bazılarının fotoğrafları vardı. Büyükce resimler. Sayfayı çevirdikçe bize gösteriyordu.
O sırada olmuştu herhalde... Soro birden elini hızla, çevrilen sayfanın üstüne koydu. Şaşırdık. Arkadaş, sayfayı açıp, ateşin aydınlığına tuttu. Orta yaşlı bir erkek fotoğrafıydı bu. Baktı Soro, kara bulutlar gözlerinde...
'Tanıyor musun' dedim. ' kim bu? Yakının falan mı?'
Yüzüme baktı. Gözleri, çatırdayarak yanan ateş gibi... kıpkırmızı...
'O, Mehmet Şen' dedi. ' Benim babamdı!'
Yüzünü ateşe çevirdi yeniden...
Gözyaşları ateşe düşüyordu usul usul...
Beni, üç gün sırtında taşıyıp, bir mucize gibi yaşamamı sağlamış olan, benim cesur arkadaşım, o ateşin başında öğrenmişti babasının şehit düştüğünü... şimdi onun ardından ağlıyor, sıcak gözyaşları kızgın ateşin alevlerine karışıyordu...'

O gece, ne kadar sürdü, hiç bilemedim.
Gece, ne zaman tükendi, sabah ne zaman oldu, hiç hatırlamadım... endişeli, kederli gözler dolaştı üzerimde... sesler vardı... hiç anlamadım.
Sadece oğlumun, ateşe düşen gözyaşlarını görüyordum... her damla, erimiş bir damla ateş gibi, içime akıyordu... öylece oturuyordum... kaskatı... gecenin sesleri susmuş, hayat durmuştu...
Bilmiyorum ne zamandı... oğlum geldi. Sisli, karanlık vadiden süzülüp, yanıma geldi... Önümde, dizlerini ıslak toprağa dayadı, diz çöktü... Elleriyle saçlarını şöyle bir karıştırıp, dağıttı. Her iki elini bana uzattı. 'bak, saçlarım hala reyhan kokuyor...' dedi. ' gördün mü, ellerimi reyhana batırdım yine, tıpkı eski günlerimizde olduğu gibi... aldın mı kokusunu?'
O an, keskin bir reyhan kokusu yayıldı geceye... bedenimde tatlı bir sarhoşluk hali... başımı salladım, evet anlamında. Sonra, uzanıp saçlarıma dokundu. 'Saçlarına yıldızlar yağmış...' dedi. 'Hani, saçlarına düşen ilk yıldızı ben görmüştüm... hatırladın mı? Koparma sakın, demiştim sana... ama koparmışsın işte...'
Ellerini tutup, parmaklarının ucunu öptüm. Elleri taş kadar soğuk! Sıcak nefesimi üfleyip ovaladım ellerimin arasında... ısıtamadım. Daha da soğudu... iki buz kalıbı gibi...
'Demek bizim için geldin bu dağlara...' dedi hüzünle...'Tamam. İşte geldin, gördün bizi... ağabeyimi de gördün... üstelik üşümüşsün de bak, senin bedenin de buz gibi...' Ellerini çekip, bir dizinin üzerinde doğruldu. Uzanıp, parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi.
'Yapma böyle...' dedi. 'Yapma... anne... bil ki, sen ağlarken, ben de ağlıyorum seninle....!'


Rüzgar vardı. Keskin dili değdiği yeri jilet gibi kesen türden. Sabah ayazı, nefesimi donduruyor, dişlerim birbirine çarpıyordu.
Fırat yoktu! Ne zaman gitmişti? Yanıma oturtmuştum. Sırtımızı palamut ağacının geniş gövdesine yaslamıştık. Soğuk ellerini, sıkı sıkı tutmuştum. Bir daha gitmesin diye... yine de giderse eğer, beni de götürsün diye...
'Bir yere gittiğim falan yok...' demişti, bahar dalı gibi gülümseyerek. Ben hep kalbindeyim zaten... ben hep seninleyim... anne...'

'O, öyle bir arkadaştı ki;' demişti Xogır, 'Sevgisi, derya deniz... fedakarlığı, sınırsız... bir çocuk kadar heyecanlı... bir derviş kadar sade... öfkesi, orman yangınları gibi... onuru, bu dağlar kadar yüce... o, benim hayatta en sevdiğim arkadaşımdı! Ben, o'nun arkadaşıydım!'
Yavrum... ciğerim... kurban olayım toprağına...

NURAY ŞEN
26.KASIM. 2011