Sevgilimdi.
Gözleri
öyle alev alev... ne zaman gözlerinin
içine baksam, bir mucize olur, sanki zaman
tüneline girmişim
gibi, bilmediğim, tanımadığım
zamanların hoşluğunda
yitip giderdim... Gülünce yaz gecelerinin
o efsunlu sıcaklığı sarardı
içimi.
O, sevmeye doyamadığım,
O, 'gitme!' demeğe
kıyamadığımdı.
Üniversitede
tanışmıştık. İstanbul'da.
Mimar Sinan'da, aynı fakültede
okuyorduk. Dilinde söyleyecek sözü,
kalbinde hayalleri olan iki Kürt, iki
gençtik. Bıçak
sırtı zamanı
paylaştık onunla. İnandığımız
ne varsa, özgürlük tutkusunu,
yoldaşlığı, insanın
mutluluğuna dair hayallerimizi paylaştık.
Yaralarımızı gösterdik
birbirimize. Yaralarımızı sardık.
Endişelerimizi, korkularımızı,
acılarımızı, sevgiyi paylaştık.
Aşkı paylaştık
Sırat Köprüsü'nde
dansedercesine!
Zor zamanlardı.
Toplantılardan, eylemlerden, işkenceli
gözaltılardan, cezaevlerinden sonra
birbirimize koşardık... yorgun, yaralı,
nefes nefese...
Hiç
ayrılmadık birbirimizden. Gittiği
ana kadar... İki aşk
vardı kalbinde. Bir yanında
dağlar, bir yanında
ben. Çok düşündüm
sonraları, 'gitme!' deseydim ona, 'ne olur
gitme!' deseydim, yine de gider miydi?' diye... Aslında
cevabını bildiğim
bir soruydu. Şöyle fısıldardım
içime, 'giderdi, yine de...' Aklı
dağlara takılmıştı
bir kere. Gönlü dağlara
düşmüştü. 'Gitmezsem eğer,
hep pişman yaşarım
hayatı' demişti
son gecemizde. 'Kaç
arkadaşımız gitti, kaç
arkadaşımızı yitirdik! Suçlu
gibiyim, farklı bir ateş
yanıyor içimde...'
demişti. 'Korkuyorum, yalan yok. Ölmekten
de, öldürmekten de korkuyorum! Ben hiç
bir canlıyı bilerek öldürmedim
ki... bir tavuk kesmedim mesela. Ne bileyim bir köpek
taşlamadım çocukluğumda
bile... bir kuş vurmadım
sapanla...'
Susmuştuk.
Kelimeler boğazımızda dizi dizi. Ağladık
sonra. Öyle, eşkere.
Gözyaşlarımızı saklamadan
birbirimizden. Bir ara elimden tutup, 'dansedelim' dedi. Önce
ağır ağır
dönüp durduk. Sonra
kendimizden vazgeçercesine vals yaptık.
Semazenlerin dansına benziyordu valsimiz.
Tanrıya itaat eder gibi, aşka
itaat ettik! Döndük ayrılığın
etrafında! Bir trans haliydi, halimiz.
İçimizdeki aşkla
buluştuk... valsin adı
asktı, aşkın
adı vals..!
Gitti. Sabahın
alacakaranlığında. Sokağın
köşesini dönüp,
kaybolduğunda ben de kayboldum hayatın
içinde.
Kaç
gün, kac ay, kaç
yıl, bir haber bekledim. Bir selam, bir
satırlık not... gelmedi. Hergün,
yüreğim ağzımda
haberleri izledim. Her çatışma haberinde
kalbim duruyordu sanki. Televizyonlara yansımayan
söylentilere kulak kabartıyordum.
Ne kadar da kolay
söylediler. 'Şehit
düştü!' dediler. 'Kahramanca
savaşarak... bir çatışmada...
son mermisine kadar...' dediler...
Kalbimi öyle
delip geçti ki o mermiler, öyle
paramparça etti ki, acıdan
nefes alamadım! Bağırmadım!
Ağlamadım! Bedenim taşa
kesti! İçimde alev alev bir yangın!
Dizlerimin bağı çözülüverdi
birden... çöktüm. Kalkamadım...
Kaldırdılar. Kimsenin yüzünü
hatırlamıyorum ama, kalabalıktılar.
Kimse konuşmuyordu, sadece aglıyordular.
Bir ben ağlamıyordum...
O gece, el ayak
çekildiğinde,
bir topaç gibi döndüm
durdum kendi etrafımda acıyla!
Bende kalan kazağına sarıldım
döndüm, ölümle
vals yaparcasına! Son gecemizin valsi gibi
değil, kendimi dağıtıp,
öldürürcesine!
Dokuz yıl
oldu onu yitireli. Gideli oniki yıl. Hatta
oniki yıl, iki ay. O gittikten sonra,
küçücük ellerine yapışıp,
ayağa kalktığım
kızım, bu kez de hayata bağladı
beni. O kadar çaresizdik ki, tek çaremiz
güçlü olmaktı.
Çalışıyorum.
İşimi seviyorum. Evlenmedim.
Çünkü o, hep
bizimle beraber. Hep yanımızda. Benim
küçük bebeğim
artık büyüdü.
11 yaşında. Yakında
12 yaşına girecek. Öyle
güzel ki, gözleri
öyle benziyor ki, ona bakarken, coğu
kez bir zaman tüneline dalıyorum
sanki ve orada tanıdığım, hiç
unutmadığım onun gözleriyle
buluşuyorum... güneşli,
pırıl pırıl
gözleriyle...
Hiç
tanımadılar birbirlerini. Hiç
görmediler. Bu yüzden
bir yanı eksik... benim de bir yanım
eksik, yaralı... Ama, ellerimiz,
ellerimizin içinde.
Adı,
Hatıra. Adını
Hatıra koydum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder