26 Mart 2013 Salı

KALP SANCISI

MEHMET ŞEN'İN ANISINA

1970 sonbaharında, öğretmen okulunun hemen ardından, tiyatro tahsili için gelmiştim Berlin'e. Mehmet'le yollarımız o günlerde buluşmuştu. Schillerstr.'deki İsçi-Köylü Derneği'nde. 71 baharında Türkiye, ikinci bir askeri darbeyle sarsılırken, geride bıraktığımız arkadaşlarımızın acısı düşmüştü canımıza. İçimiz keder ve endişeyle doluydu. Hem okuyorduk o günlerde, hem alışıyorduk. Bir de, zamanla yarışırcasına, işkencelerden geçirilen, cezaevlerine doldurulan arkadaşlarımız için, anti-faşist eylemler düzenliyor, etkinliklere katılıyor, dergi vb. faaliyetler yürütüyorduk. Devrimciydik. Cesur hayallerimiz vardı. Gözü kara gençlerdik. Ben biraz daha delidoluydum. Hani şu taşı atıp, kafasını altına tutan tarifeden.. Mehmet'le, komite sistemi içinde birlikte çalışıyorduk. Onun delikanlı arkadaşlığına, fedakarca sunduğu emeğine tanıklık ediyordum zaman akıp giderken...

Birgün elimi tuttu. Dedi ki; … hep birini aradım. Nasıl biri diye sorsalar bana, belki tarif de edemezdim. Artık sen varsın. Kalbime göresin. Yani, seni buldum işte... Şimdi desem ki sana, ne yaşarsak yaşayalım bu hayatta, ben hep seninle olmak istiyorum. Sen de benimle olur musun? Elimi, elinin üstüne koydum. Kalbimin sesini dinledim bir süre... tamam dedim. Seninleyim. Ne yaşarsak yaşayalım, seninleyim!

72 Temmuz'unda, kalbimin tüm zamanlarının yoldaşı Doğu geldi hayatımızın karmaşasına. Bir mucize gibi... Kocaman iki siyah zeytin gibi gözlerine, şaşırarak bakıyorduk... Anne-baba olmayı öğretti bize. 'Evlat nedir?' ögretti! Sonra, kalbimin sevgilisi Fırat katıldı aramıza, 75 Temmuz'unda. Ah! Fırat! Fırat! Parmaklarımın ucuyla, yüzünün hatlarına dokunurken; hiç kıyamam... hiç ayrılamam!.. dediğim oğlum. Hayatımızın sevgi ve şevkatini çoğaltan çocuğum! (yedi yıl sonra, bir de yaşam tatlısı kızımız geldi dünyamıza. Hepimizin yüreğinin kıymetlisi!)

Memlekete dönmenin zamanıydı. Hayallerimizin peşinden, 'dışarıda' değil, 'içeride' koşacaktık artık. 75 sonunda döndük. Herkesin hayatı zordu. Biz de çok zorlandık. Hayatın tatlı sürprizlerini de yaşadık. Parasız-pulsuz kaldık bazen, varlıklı zamanlarımız da oldu. An geldi, kavga ettik. kırdık, incittik birbirimizi. Bilmiyorum kaç kez, bir kavganın peşinden, çarpıp kapıyı çıkıp gittik de. Öfke geçip, sular durulunca, kalbimiz yeniden geri getirdi gideni... Çünkü aşk vardı hayatımızda. Aşkı, kendimizde hep tutkuyla yaşattık ve o aşkla yürüdük fırtınaların içine, 23 yıllık beraberliğimizde...

Doğrularımızla birlikte, yanlışlarımızda oldu. Sadece kendimize zarar veren, sadece bizi vuran hatalar... hatta dönüp dolaşıp, tekrar yaşadığımız hatalar... gün oldu, kompleksli, kıskanç insanların ne kadar tehlikeli olabildiğini gördük. Yine de biz, insanın ve aşkın gücüne inandık! Mevsimlik, kimyası naylon 'çakma' dostlar da oldu ortamımızda. Ama, kıymetli olan, arkadaş gibi arkadaşlarımızın o sıcak sevgilerinin, eşsiz lezzetiydi! Bu lezzetin, yaşam iksiri olduğuna iman ettik!
 
Ölüm ikliminde yaşıyorduk! Kefen hepimizin boynundaydı! Ama bize öyle gelirdi ki, biz, koca bir dünyayı sığdırmıştık içimize! O dünyanın kalbinde, özgür Kürdistan nefes alıp veriyordu... Uçsuz bucaksız denizlerin aydınlığına batırıp çıkarmıştık yüreklerimizi... Aşka koşuyorduk! Mehmet, aşka koşuyordu! Kanatlarının yanacağını bile bile. Ve artık, o reyhan kokusuna, o, sabah yelinde, akşam serinliğinde, yaşlı sokakların tozuna karışan reyhan kokusuna, kan kokusu sinmişti. Devlet, eşkere cinayet işliyordu! Zamanın başbakanı, 'devlet için kurşunu atan da, kurşunu yiyen de şereflidir(!)' diyor, halkımızın katillerine yeni talimatlar veriyordu!

Direnmekten başka çaremiz yoktu. Direndik! Ve ideallerimizin büyüsünden, bir de birbirimizden hiç vazgeçmedik! Verdiğimiz söze bağlı kaldık! Vazgeçmedik, bizi, biz yapan aşktan!

Sonra, Mehmet'i de öldürdüler!

94 baharında, Newroz haftasında, kaçırdılar, işkence ettiler, katlettiler! Devletin zıvanadan çıktığı, Kürt olan herkesin ve herşeyin katline ferman çıkardığı, ağır zamanlardı!

Mart, ne zaman başını uzatsa kapıdan, bir telaş kaplar içimi önce...

Sanki, bir yerlere yetişmem gerekiyormuş da, geç kalmışım gibi... Sanki, gücüm yetecekmiş, bir can kurtaracakmışım da, saniyelerle yarışıyormuşum gibi... Sanki, bir koşu tutturmuşum da, nefes nefese, bir türlü ipi göğüsleyemiyormuşum gibi...

Sonra, bir sarı keder gelir, çöker yüreğimin ortasına... Sanki, ben yapmışım gibi, ellerim ağlar! Sanki, kendi ellerimle... ben öldürmüşüm gibi... bir ağır keder... Bir kalp ağrısı..! bir kalp sancısı zonklar gözümün bebeğinde..!

Seni yitirdiğimde, zaman bahardı...
deli bir rüzgar esiyordu Fırat'tan
sabahlar çılgın çiçek kokusuydu...
Sen ölüyordun! Kalbim seninle ölüyordu!
Seni yitirdiğimde, zaman bahardı...
bir masmavi gülüyordü gökyüzü,
bir kapkara ağlıyordu, bardaktan boşanırcasına
bir dağların kalbi patlıyor, kızgın ateş yürüyordu bedenime
bir yüksek tepelerden, çığlar yuvarlanıyor,
dünya yıkılıyordu üstüme!
Sen ölüyordun! Birşeyler kırılıp, parçalanıyordu içimde
kalbim ölüyordu seninle!
Seni yitirdiğimde, zaman 1994, Mart'ın 26'sıydı...
bademler çiçek açmıştı...
Sen, o mes'um, o bozbulanık bahar akşamında
öyle gitmeseydin eğer -üstelik bir hatır bile isteyemeden-
belki de farklı olacaktı herşey...
birazdan, güzelim Fırat akşamlarını, ıslak çimen ve yosun kokusu saracaktı...
birazdan, sıcak büyüsüyle önümüzde, yaz geceleri akacaktı...
yıldızlar olacaktı, karanlığın sessizliğinde
birazdan,
belki de, çocuklar gelecekti...
saçlarında dağ rüzgarları, gözlerinde ayışığı gülümseyecekti...
birazdan belki de sen, cayıp böyle gitmekten,
yavaşça elime uzanacak, hayata asılacaktın yeniden!
Belki de, yine sırt sırta verip, yüreklerimizi ateşe sürecektik yeniden!
Seni yitirdiğimde, zaman bahardı...
telaşla, hücre hücre tazeleniyordu hayat
kıpır kıpır yeşeriyordu toprak
Sen ölüyordun! Deli bir rüzgar esiyordu Fırat'tan
fırtınalar kopuyordu!
Soğuk bedenin, kollarımda sızlıyor,
gözlerimde yağmur, sığım sığım ağlıyordu!
Dalga dalga çoğalıyordu öfke
dalga dalga bahar parçalanıyordu içimde!
Seni öldürüyorlardı! Sen ölüyordun...
ne yapsam da çaresiz... ölüyordun...
kalbim ölüyordu seninle...!

1971 yılının kaosunda, 'seninleyim' demiştim Mehmet'e. 2011 baharında, yine 'onunlayım'.

Onca kahrı, sitemi, öfkeyi, aşkın tılsımlı gücünü ve deli damarını hasretin içine sığdıran kırk yıllık bir zaman, akıp gitti!

Belaya birlikte atladığımız arkadaşlarımı yitirdim!

Hayatımın cesur yoldaşını yitirdim!

'Yerine ben öleyim!' 'gadan, başım üstüne, belan benim olsun!' dedigim, aşkın şövalyesi oğullarımı yitirdim!

Her birinin anısı, bir ateş topu gibi kalbimin tam ortasında yanıyor!

Şimdi gibi! Henüz şimdi yitirmişim gibi! Öyle taze, öyle amansız...!

NURAY ŞEN

10 Mart 2013 Pazar

MATEM ; 'ÖTEKİ' ANNE... II


MATEM ; 'ÖTEKİ' ANNE... II

Yetimdi yavrum.
Fakirliğin zulmüyle büyüttüm onu. Onun bunun tokatıyla, mahallenin eskileriyle...
Yetim büyüttüm kuzularımı. Babalarını kuduz it daladı. Bilemedik. Cahillik işte. Duvar ustasıydı. Eve gelirken it kapıyor bunu. Devlet hastanesine götürdük. Aşı yokmuş, pansuman yaptılar yarasına saldılar. Sonradan öğrendik, kuduzmuş it. Başkalarını da kapmış. Ne fayda, evlerden uzak yarabbim adam, kudurdu öldü, bağıra bağıra!
Dört çocuk, döküldü kaldı eteğime. Oğlum, şuncacık daha, en büyükleri. En küçüğüm memede, 40 günlük... Ev kira, iki oda, bir ara.
Babam, 'Çocukları sahiplerine ver, eve gel, bir tek emzirdiğini getir' dedi. ' Kızımsın, bakarım sana ama beş nüfusu besleyemem' dedi.
Hayatımda ilk defa karşı geldim babama. 'Ölürüm de vermem çocuklarımı kimseye!' dedim. 'El kadar sabiler... zaten allah vurmuş, babasız koymuş, bir de anasız mı kalsınlar! İnsan ciğerinden nasıl vazgeçebilir?' dedim. Babam iyi adamdır, kötü değil de, fakir. Fakirliğin gözü kör olsun!

Konu komşu aracı oldu. Evlere temizliğe gittim, ırgatlığa gittim, büyüttüm kuzularımı. Yatalak bir kadına baktım, tam yedi sene. Çok kahrını çektim, bokunu döktüm. Sinirliydi, yanına çağırır, saçımı çekerdi. Kolay değil tabii, mıh gibi yatağa çakılı yatmak. Kızmadım hiç. Öldü sonra, varsa hakkım helal olsun benden yana.

Ama çocuklarımı okutamadım. Hepsi anca ilkokulu bitirdiler. Büyük kızı kadın berberine koydum diğerini trikoya. Oğlumu araba tamircisinin yanına verdim, iş ögrensin diye. Adam zalim. Vurdumu allah yarattı demiyor. Sade benim çocuğuma değil, kendi çocuklarına da öyle. Çok çile çektik, çok!
Bir huyu var oğlumun, ne zaman dertlense, gelir yatar dizime. Anlarım. Saçlarını okşarım,usul usul, parmaklarımla tararım... yüzünün çizgilerine dokunurum sakinleşene kadar. Bazen de ağlarız, birbirimize göstermeden...

Hiç üzmedi kuzularım beni. Oğlum koca adam oldu, zanaat öğrendi. Bozmadı kendini, ite kopuğa takılmadı. Hep şevkatliydi bacılarına, bana çok düşkündü, hiç kıyamazdı...
Bilirdim. Bir kız vardı gönlünde. Asağı mahalleden, benim kızla trikoda çalışıyorlar beraber. Güzel,
pırlanta gibi kiz. Ama evlenmek para ister. Ev ister, iş ister...
Askerlik gelip çattığında, daha da içine kapandı yavrum. Gitmek istemiyor ya, ne yapsın? Kimse
yok arkamızda, paramız yok, sanımız yok!

'Doğu'da savaş var Kürtlerle' diyorlar, onu da anladığımız yok! Kürt komşularım var, allah razı olsun hepsi de benden iyi. Lakin elden ne gelir?
Gitmeden bir gece evvel, geldi yattı gene dizime. Bir yandan saçlarını taradım parmaklarımla, gizli gizli ağlayarak, bir yandan o, ellerimi öptü, gizli gizli ağlayarak... ' Annem!' dedi. 'Anneciğim, kendini üzüp, perişan etme! Hayırlısıyla gidip geleyim, herşey iyi olacak. Kendi dükkanımızı açacağız iki ortak. Biraz borç harç olacak, olsun, genciz, işi biliyoruz, çalışır kapatırız. Anne … kızla da konuştum. Bekleyecek beni. Anne, gözün üstünde olsun, kanatların üstünde olsun, yalnızlanmasın yokluğumda.. şu askerlik bitince artık, işleri de yoluna koyarsam, isteriz kızı... yani senin rızanla..' dedi.' anne, o benim kıymetlimdir!' dedi.

Bıraktım gözümün yaşını, sel oldu! Sarıldım, öptüm gözlerini, yüzünü! 'Yavrum!' dedim, 'evimin direği, gözümün ışığı oğlum!' dedim. 'Sen ne istersen, bil ki, ben de onu isterim. Hayırlısıyla git, gel hayırlısıyla, merak etme arkanı... sayılı gün çabuk geçer çocuğum, işini de kurarsın, sevdiğini de gelin çıkarırız allahın izniyle' dedim.

Hayallerine kavuşamadı, muradına eremedi oğlum!
Daha kapıyı açar açmaz, anladım!

Bir rüya görmüştüm üç gün evvel. Rüyamda yatıyorum evimizde. Kulağımda acı bir ses... kalkıp dinliyorum. Heryer zifiri karanlık. Karanlığın içinden, 'anne! Anne kurtar beni! Anne! diye bağırıyor oğlum! Soluk soluğa karanlığın içine koşuyorum! Ben yaklaştıkça, ses uzaklaşıyor!Büyüyor karanlık, büyüyor, büyüyor, kıvrılıp bir ip oluyor, boynuma dolanıyor! Nefes alamıyorum! Ağlayarak uyandım. Boğazımda bir ağrı, kalkıp su içecek takatim yok. O sabah kalkamadım. Tam üç gün ateşler içinde yatmışım. Bazen kendime gelir gibi oluyordum, sirke kokuyordu herşey... kızlar başımda ağlıyordu...alnımda ıslak bezler... karanlığın içinde oğlumun yankılanan sesi...

Dördüncü günmüş, ayıldim. Başım dönüyor ama usul usul işe verdim kendimi. Kapıyı çaldılar. Açar açmaz, anladım! Üç kişiydiler. Biri bizim muhtar. Diğer ikisi komutan. Yüzüme baktılar. Gözlerinde ölüm! Karanlık! Soğuk! Avluda insanlar birikmiş... kızlar komşuların arasında ağlıyorlar! Yana çekildim. İçeri geçtiler. Ayakta sallanarak bekledim. Kulağımda bir uğultu... biri üflese yüzüme, düşeceğim.

'Oğlunuz, Türk silahlı kuvvetlerinin şerefli bir üyesiydi, kutsal vatan görevini yerine getirirken, ne yazık ki, şehit oldu!' dedi biri. Konuştular, duyuyorum hepsini... 'başınız sağolsun, vatan sağolsun' dediler. Duydum.
Sendeleyerek birkaç adım attım. Konuşanın önünde durdum.
'Ben, oğlumu size sağ teslim ettim, sağ isterim!' dedim. 'Şan şeref sizin olsun, oğlumu istiyorum komutan!' dedim. Komutan omuzumdan tuttu. Sonra bir uçuruma yuvarlandım! Derin bir boşluğa...
Gözlerimi açmaya çalıştım. Sanki üstlerinde birer kiloluk ağırlık var. Bir tuhafım. Dünya bir tuhaf. İnsanlar doldurmuş evimi. Kızlar başımda. Uyumak, bir daha da uyanmamak istiyorum. Neden toplanmış bu kadar insan? Ne var? Yoksa bugün oğlumun düğün günü mü? Ama davul yok, zurna yok! Öyle, bir rüyanın içinden bakıyorum sanki. Birden bir bıçak atmışlar gibi, bedenim ikiye ayrılıyor! Öyle keskin bir acıyla hatırlayıveriyorum! Düğün değil evimdeki, matem!
Kalkmak istedim, kolumda serum, kalkamadım. 'Kızı' gördüm sonra. Oğlumun 'kıymetlisi', kapının eşiğine oturmuş, gözleri kan çanağı... Gözümle yanıma çağırdım. Geldi. 'sen, benim yüregimin de kıymetlisisin...'dedim. Sarıldı bana, bağırarak ağladı. Sarıldım ona, oğluma sarılır gibi, sesimi içime döküp ağladım!
Birkaç kök reyhan diktim. Yel estikçe, kokusu karışsın diye toprağına... oturup yanıbaşına sanki dizime yatmış gibi oğlum, ıslak toprağını okşuyorum, saçlarını parmaklarımla tarar gibi...
Ben hayatımda, iki defa baş kaldırdım. İlki babama karşıydı. İkincisi, devlete! Babam, fakirdi, çaresizlikten istemedi çocuklarımı... ama, devlet, çaresizlikten değil, kibirinden öldürttü çocuğumu!


NOT: Annelerin diliyle, siyasetin dili ne kadar da farklı. Kim söylerse söylesin, mevcut durumda, 'annelerin gözyaşları dinsin' demenin, herhangi bir temenniden öte, bir kıymet-i harbiyesi yok. Çünkü annelerin acısını dindirmek, yürek ister! Cesaret ister! Fedakarlık ister! Empati gücü ister ki, öteki ile buluşulabilsin... Sağduyu ister ki, adaletli olunabilsin!
Ortada böyle politikacılar var mı?

06.06.2011
NURAY ŞEN


MATEM; ' ÖTEKİ ' ANNE... I

MATEM; ' ÖTEKİ ' ANNE... I


Daha kapıyı açar açmaz bildim. Yüzlerine baktım. Gözlerindeki 'kara haber' kederini gördüm... Anladım! O anda içimde bir şey yırtıldı! Etim yırtıldı! Biri sanki bir satıl kaynar suyu döküverdi başımdan aşağı... Haşlandım! İçim, dışım haşlandı! Kapıyı kapatmak istedim yüzlerine, sonra yangın gözlerimi yere eğip, yana çekildim. 

Üç kişiydiler. İkisi ayakkabılarını çıkarıp içeri geçti. Diğeri nöbetçi çıktı. Biri akrabam. Halamın torunu. Gözleri aynı civanımın, dağdaki oğlumun gözleri... beraber büyüdüler, beraber gittiler dağa. Öbürü, sarı olan, onu hiç görmedim. Oturdular. Usulca kapıya çıktım. Eşiğe çömeldim. Akşamın karanlığına boşalttım nefesimi... sıcağı gözlerimi yaktı!

Bir düş görmüstüm. Dağda kenger topluyorum düşümde. Tam kör bıçağı saplıyordum ki, kengerin dibine, 'ana!' dedi oğlum! Telaşla doğrulup kalktım. Yanımda duruyor. Kollarına atıverdim kendimi ya, bir adım öte kaçtı. 'Gadasını aldığım oğlum, insan kaçar mı anasından? Beri gel yavrum, sabah yelinde, reyhan kokusunda, dağların dumanında seni ararım hergün, her saat...' dedim. Yaklaştı, elini yüzüme uzatıp, gözümün yaşını sildi. 'Ana, anam!' dedi. 'Sana oğlun öldü! deseler, inanma... bak ben yaşıyorum! Ölmedim anam, ölmedim!' dedi. Uyanıverdim. Can havliyle aradım, içerde, dışarda... yok! Düş olduğunu anladım. Yüksek sesle hayra yordum. 'Ölüden diri haber! derler ya...

Kapının eşiğinde öylece oturdum kaldım. Gözlerimden kor kor ateş akıyor yüzüme... 'Yok' dedim 'yok, bir şey olmadı oğluma! Oğlum yaşıyor! Aha şu dağlarda... keklik gibi sekiyor... hevallar, belki ekmek icin geldiler...'

İçeri girmek istemedim. Birşey duymak istemedim. Karnım ağrıyor. Karnım haşlanmış, yanıyor! 'ana!' dediklerinde, 'Heval Memet şehit düştü!' dediklerinde, dinlemeseydim onları, inanmasaydım onlara, yaşayacaktı büyük oğlum! Simdi de küçüğüm için mi gelmişler? Yok inanmam artık! Kahpe ölüm kıyabilir mi oğluma? Ciğerime?
Ben onları, bunca yoklukta, yumurtayla, yoğurtla büyüttüm. Otla besledim. Şu dağların elvan türlü otunu, kengerini, gulikini, guhresini yedirdim. Doğdular, bir gün doktora götürmedim. Hasta olsalarda, otla, çöple ilaç yaptım, iyileştirdim... zaten köyümüz, dağın eteğinde. Havası, suyu ab-u hayat...
Memedim şehit düştüğünde, 'yanlışsınız' deseydim, 'nasıl olur dağ gibi oğlum?' deseydim...
Soğuk yüzünü bile görmedim! Göstermediler!

Doğruldum, kalktım. İçeri girdim. 'Aç mısınız?' 'kurban olurum size' dedim.
'Ana, bırak şimdi yemeği falan' dedi, halamın torunu olan, ' gel hele otur şöyle, biz sana...' hızla sözünü kestim. 'Olur mu kurban?' dedim. 'Bakmayın ihtiyarlığıma. Ben hemencik birşeyler hazırlarım size. Bir çıkın da oğlum için yapayım. Götürün de, artık görmezseniz civanımı, hevallar yesin...' Yüzleri yerde. Bakıştılar. Çıktım. Tüpün üstüne çaydanı koydum. Ekmek, peynir, yoğurt hazırladım. Helva koydum. Bir de çıkın yaptım aceleyle. Nasipse oğluma. Çaydanı indirip, tavaya yumurta kırdim. Yesin çocuklar...

'O niye gelmedi?' dedim, sofrayı önlerine indirirken, halamın torunu olana, 'Görmedin mi buraya gelirken? Yutkundu. Birbirlerine baktılar. Başını eğip, 'yok ana' dedi.' Görmedim. Uzaktık zaten...' Sarı olana baktı, 'ana... biz ...seninle konuşmaya geldik... ana...' Telaşla araya girdim. 'Olsun kurban, canı sağ olsun da, varsın gelmesin...' dedim. İçimi çektim acıyla, 'gelecek' diye ekledim. 'Bana söz verdi, gelecek!

İçimdeki ateş beni boğacak, kalkıp dışarı attım kendimi. Çayı demleyip, getirdim. İçsinler de, hemen gitsinler diye. Duvardaki fotoğrafta gözleri. Sarı olan konuştu bu sefer, 'ana, bizim için de çok zor... lakin, bir görevle geldik buraya...' derken, atıldım. 'He ya' dedim. 'oğullarımın fotoğrafı o. Küçüktüler daha. Babaları şehirde çektirdiydi. Memedim camlatıp astı duvara. Çok severdi kardaşını nasıl da kolunu atmış boynuna... civanım da, sabah akşam abisinin peşinde. Memet nereye, bu da oraya... Küçüktüler. Ölüm daha çalmamıştı kapımızı! ...Bir gün abisi şehire giderken gene vermiş peşine. O da kovalayınca, kaçarken düşmüş. Kucaklayıp getirdi ki, ayak şişmiş, gövermiş. Yumurta akıyla, sabunla yakı yaptım sardım ayağını. Acısı dindi, uyudu yavrum ya, abisi sabaha kadar başında oturdu, suçladı kendini. Kaç gün kucağında taşıdı helaya falan... öyle düşkündüler birbirlerine. İşte, Memedim dağlara gidince, bu da gene düştü peşine...

Yer gibi yapıyorlar, kaşıkları boş gidip geliyor tabağa, yemiyorlar. Çay içiyorlar sıkıntıyla. Sarı olan, araya girdi bu kez, 'ana, vaktimiz çok az, ana müsade etsen de...' Kestim sözünü. 'hani Memedim şehit düstu dediler ya, bu, çok üzüldü, çok ağladı karanlıklarda! Kederinden ölecek sandım.
Yasımı bile tutamadım! Attım içime zehiri, kan yuttum, ağzımı silip, 'kızılcık şerbeti içtim' dedim.
Tam, yarası biraz kabuk bağladı derken, bir gece, 'anam, güzel anam, ben gidiyorum!' dedi. 'haberin olsun...' dedi. Eline ayağına sarıldım. Ağladım! 'Beni bir de sen öldürme oğlum! Kurban olayım gitme!' dedim. Dinlemedi.

'Sana söz ana, geri geleceğim...' dedi. 'Şimdi gideceğim, abimin intikamı için! Arkadaşların intikamı için!'

Gitti! Gittiiiii...!

'Ana... biz sana birşey söylemek için geldik, yani...' diyecek oldu halamın torunu.
'Biliyordum!' dedim, gözümün yaşı siğim siğim... 'Biliyordum, ben ne yapsam da gidecekti... Abisi nereye, bu da oraya... O dağa gitti ya, civanım da peşinden gidecek...
Babası öldüğünde, küçüktü daha. Memedim bir baba gibi, korudu kolladı onu. O da baba gibi, abi gibi, saydı sevdi onu. Sözünden, izinden çıkmadı'.
Kalktılar. Çaresizce bakıştılar gene, kapıya yöneldiler.
Sarıldım öptüm gözlerini. Halamın torunu olana dedim ki, 'senin gözlerinde, oğlumun gözlerini görüyorum hevalim... gel bir de onun yerine öpeyim...' öptüm, öptüm... çıkını verdim ellerine. Arkalarından seslendim. 'Oğlumu görürseniz, ona deyin, ananın selamı var, söyleyin ki, anan seni çok özlemiş... reyhan gibi, sosın gibi, kokusu burnumda... oğluma deyin ki, söz vermişsin anana, anan, ölmeyecekmiş sen gelene kadar... anan o sözün peşinde deyin... gönlü dağlarda deyin, gözü sabah aksam kapıda...'
Yürüdüler. Son gücüm de tükendi. İçimdeki yangının dumanından boğuldum. Tutundum kapıya, sonra bir ses duydum. Tok! diye bir ses. Karanlıkta kaldım, gece gibi. Sıcak, yapış yapış bir şey akıyor boynuma... Üstüme eğiliyor biri, oğlumun gözleriyle bana bakıyor... Ürkek bir ses 'anladı' diyor fısıltıyla... 'anladı! Ama duymak istemiyor!'
Acının ağırlaştırdığı bedenimi kucaklıyor biri. Canım lime lime... Solgun, sarı bir ışık... üzerimde oğlumun gözleri... kederli...

Nuray Şen 

2 Mart 2013 Cumartesi

SAVAŞ; TÜM ZAMANLARIN ZALİMİ!



SAVAŞ; TÜM ZAMANLARIN ZALİMİ!
 
Hepimizin ezbere bildigi bir hikaye var.
            İki oğlunu savaşlarda yitirmiş bir babanın yine kapısına dayanır askerler. Padişah fermanıyla, üçüncü oğlunu da askere götürmek için. Lakin baba, bu kez vermez oğlunu. Dikilir karşısına askerlerin; 'Gidin söyleyin o padişahınıza!' der, 'benim bilmem neyime güvenip de, ikidebir ona buna savaş açmasın! Biz bu çocukları, siz götürüp de sapır sapır öldürtesiniz diye yapmadık..!' 
            Kim, ne zaman, nerede, kime söylemiş bu sözleri? Bunun bir önemi yok. Önemli olan neden söylendiği. Yani söze altın değeri katan, onun içerdiği anlam. Aslında, insanın, insanla kavgaya tutuşmasından bu yana, tüm tarihsel süreçlere uyarlanabilir bu hikaye. Savaş, zalimdir çünkü. Eylemi zulümdür! Ve zulmün olduğu her yerde, direniş de vardır.
            Savaş yorgunu bir babanın, ağır kalp sancısında mayalanan isyanı, insanı nasıl da etkiliyor...
En sade, en cesur kelimelere döktüğü isyan! 'Artık vermem çocuğumu!' diyen, 'bir daha asla!' diyen baba.
            Varsa böyle babalar, kim olursa olsun, ellerinden öperim, saygıyla, muhabbetle...
(Annelere gelince, onların hiçbirinin savaş istemediğini biliyorum. Bakmayın siz, o, candan aziz evlatlarının cenazeleri yerdeyken... kameralar üzerlerine çevrilmişken... öyle bağırıp çağırdıklarına. O, kalp yangınıyla söylenen sözlere bakmayın. Evlat nedir? Hangi anne bilmez ki... hani derler ya, 'köpekler de anne olmasın...' boşa söylenmemiş ki... onca annenin, beşbin yıllık acısından süzülmüş)
  
            İnsan evladı, hep ezen-ezilen ikileminde tüketti, yılları, yüzyılları, kapanan açılan çağları.
            Her çağ, kendi zalimlerini ve kendi mazlumlarını, bir önceki sistemin mirası üzerinden varetmeyi sürdürdü. Farklı paradigmalar, farklı misyonlar da yüklediler zamana. Hak, hukuk, adalet, özgürlük, kardeşlik, sosyalizm, demokrasi gibi, insana en yakışan kavramlar da girdi hayatımıza.
Çok zorlu kavgalar da yaşandı. Milyonlarca cesur insanın, feda ettikleri canları ve nefes nefese emekleri üzerinde, farklı sistemler de inşaa edildi. Ama ezen-ezilen gerçeğinin kimyası fazla degişmedi... Özgürlük uğruna savaşanlardan geriye kalanlar, bu kez de yeni patronlara kaptırdılar özgürlüklerini!
Bu bir paradoks. Lakin hükmünü hala sürdürmekte.
            Dünyanın zalim patronları, dünyanın mazlumlarını birbirleriyle çatıştırmaya devam ediyor. İnsanın insana ihaneti, dumanı üstünde tüten sıcaklığı ile, insanı ciğerinden vurmakta hala...
            Bu bitmeyen kavga, her yüzyıla vurdu damgasını. Hikayemizin tüm zamanlarda karşılık bulması bundandır. Bilgeliğin zerafetinin, isyanın yakıcı gücüyle buluşması ve o kekremsi, biraz acımsı lezzeti de buradan geliyor.

            Bizler hayatı yaşarken, hep bu güne odaklanıyoruz. Konjonktür üzerinden tesbitler yapıyoruz. Gün, savaş gerçeği ve onun psikolojik boyutu olunca da, bakış açımızda ciddi bir darlık ortaya çıkıyor.
Sahi, biz neden, iskenceyi deşifre ederken mesela, 'çağ dışı' vurgusunu öne çıkarıyoruz? Yaşanan çağda, işkence yok muydu? Ya da, işkencenin olmadığı bir çağı yaşadı mı insanlık?
            Yine, gericiliği, diktatörlüğü, faşist düşünce biçimlerini dile getirirken, 'çağ dışı zihniyetler...' diye itiraz ediyoruz. Sanki, insanın kanını, ruhunu, hayallerini paramparça eden bu kötülükler, günümüzde türemişler gibi.
            20. yüzyıl, iki devasa cihan savaşına tanıklık etti. Milyonlarca ölü, milyonlarca sakatlanan insan, telef olan milyonlarca çocuk... ekonomiden bahsetmiyorum bile. Hiroşima'ya atılan atom bombası, Nazi'lerin gaz odalarında yakılan Yahudiler, soykırıma uğratılan Ermeniler, kimyasal silahlarla kendi topraklarında yakılan Vietnamlılar, Cezayirliler, yeniden dizayn edilip paylaşılan Ortadoğu.
Kürtlerin vatanının, bölünüp, paylaşılması, Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim isyanları ve binlerce Kürt'ün kendi evinde öldürülmesi... birer cümlelik anekdotlarla geçiyorum ama, bilindiği gibi çok daha fazlası var.
Sovyet, Çin, Küba devrimleri, el değiştiren diktatörlükler, hep akıp duran kan...
Daha bunun Hitler'i var, Musolini'si, Franko'su var. Latin Amerika diktatörleri, mezarsız ölüleri var milyonlarca...
Velhasıl bunların hepsi, henüz tükettiğimiz yüzyılda yaşandı. Yani, çağ dışı bir durum yok ortada. Herşey çağ içi. Zulüm de, direniş de. Öyle ki, 21.yüzyılı yaşamaya yeni başlamışken daha, 20. yy.dan miras, yarım kalmış hesaplaşmaların içinde cebelleşiyoruz. Pozitif gelişmeler, savaşların gidişatını etkileme gücünde değil. Dünyanın kilit noktaları, başta Ortadoğu ateşler içinde yanıyor! Biz yanıyoruz!
            Bu yangın içinde biz, hayatı bu gün üzerinden okumaya devam ediyoruz!
            'Devlet iyi, hükümet kötü!' diyoruz. 'Devlet çözümden yana, hükümet engelliyor!' diyoruz. Savaş yorgunu kafalarımız karışıyor, yürek acılarımız, çığ misali katlanarak çoğalıyor. Tartışmıyoruz bile. Ya da tartışmayı, birimizin söylediğine, hepimizin katılması şeklinde anlıyoruz.

Mustafa Kemal zalimdi.
Siyasal bir güç olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni örgütlerken, tüm kurum ve kuruluşlarını kendine göre oluşturdu.Yasama, yürütme, yargı, basın hepsinin işleyişi ve karar mekanizması, Atatürk'ün iki dudağının arasında şekillendi. İdeolojik olarak onurlandırılan Türklük dışında kalanlar, ülkenin 'ötekileri' olarak muamele gördüler. Kürtler bu süreçte 'yok' sayıldılar. 'Yok' sayılmakla da kalmadı, 'potansiyel suçlu', 'potansiyel tehlike' olarak, Atatürk Devleti'nin kırmızı çizgisi oldu. Dokunulmaz, tartışılmaz bir tabu.
Her diktatör gibi Atatürk'de, kendini tehdit edebilecek tüm güçleri ortadan kaldırdı. İhtimalleri dahi tasfiye etti. İzmir suikasti hikayesiyle, onlarca muhalifini astırırken, politik manevralarla bazılarını ipten kurtararak, kendine biat ettirdi. İstiklal Mahkemeleri, ortaçağ engizisyonları gibi çalıştı. Kararı önceden verilmiş uyduruk yargılamalarla, Diyarbekir'de kurulan idam sehpaları, Kürdistan'da ve Türkiye genelinde tüm halkları zapt-u rap altına almayı amaçlayan, bir devlet terörüydü. Türkiye 88 yıldır, ilkelerini Atatürk'ün oluşturup, yürürlüğe koyduğu devlet politikalarıyla yönetilmektedir. Bu süreçte, hükümetler, geldiler gittiler. Devlet, o kaskatı, ceberrut özünü korudu.
Bir de bunun, derin yüzü var. Kendisini, hepimizin hayatının mutlak sahibi gören, bu konuda en küçük bir zafiyeti bile sert tedbirlerle bastıran, şiddeti kurumsallaştıran, ürkütücü, zalim, illegal yüzü!
İyi olan ne, kötü olan ne?
Atatürk mü iyi bir insan, adil bir yöneticiydi, İnönü mü? Evren mi iyiydi, Demirel mi? Hangisi halkın taleplerine saygılıydı, Özal mı, Çiller mi? Ecevit mi, Bahçeli mi, Erdoğan mı, kim?
Her iktidar, devlet politikalarını yürüttü. Kırmızı çizgileri titizlikle koruyarak. Ve her iktidar, ilk iş olarak, elinde çelenk, Anıtkabir'e koşar bu ülkede. Bir taahütname gibi duran deftere, Atatürk ilke ve inkilaplarına sadık kalma sözleri yazılır. Boşuna değil ki bu tantana...
Şimdi bu zalim devletin, Kürt sorununu çözmek istediğini, lakin hükümetin engellediğini söylemek bir kazanç mı oluyor? Yani, İsa'nın, Musa'nın günahlarını sadece Erdoğan'ın üstüne yıkarak, 'iyi devlet' moduna geçince, Kürt sorunu çözülecek mi? Ne AKP'ye sempati duyuyorum, ne de diğerlerine. Hasımların birbirlerine bu kadar saldırarak, çözüm yollarını kapattığına inanıyorum, sadece, 80 yıllık Türkiye gerçeğini bir yana bırakıp, mevcut muhatap üzerinden yapılan dar tesbitlerin çözümleyici olmayacağını düşünüyorum.
            Yangına körükle gitmek kolay, önemli olan yangını söndürmenin yollarını, yöntemlerini arayıp bulmak. Reel politik zemin üzerinden tartışmak, ölme-öldürme kültürüne karşı hayatın kutsallığını savunmak, insan için daha iyidir diyorum. Barışın bir taktik yaklaşım değil, stratejik bir amaç olduğuna iknayım.
            Elbette savaşın günlük olarak, ocaklar söndürdüğü bir ortamda, barışın dilini yakalamanın çok zor olduğunu biliyorum. Savaş, sittin sene sürecek değil ya. Bir gün bitecek. O bir gün, ne kadar erken gelirse, yaşanacak kayıplar açısından, o kadar değerlidir.
            Savaşan güçler, birbirinin damarına basarak, ölümleri çoğaltarak, birbirlerini dize getirmeye çalışıyorlar. 'Kökü kazınana kadar...' diyor Erdoğan. 'Dünyayı başınıza geçiririz...' diyor PKK.
            'Kökün kazınması' demek, Kürtleri katliama uğratmaktır yeniden! Çocuklarını öldürerek, analarını döverek, evlerini başlarına yıkarak, cezaevlerini doldurarak, zalimlikle, zulümle, açlıkla 'terbiye' ederek, bir halkı kazanmak, yanında tutmak mümkün mü? Ne Allah ne de kul razı olur buna! Siz, gücünüz yetse de, Beyaz Saray'ı bağışlasanız o şehit analarına, bir tanesi ister mi? Bu kadar tehdit yağdırıyorsunuz medyadan. O, tehdit ettiklerinizin anası babası da dinliyor sizi. Bir empati yapalım, bu tehditler, sizin çocuklarınız için söylense, ne düşünürsünüz? Atatürk'ün, Demirel'in, Ecevit'in çocukları yoktu. Anlamazlardı belki. Ama diğerlerinin vardı. Sizlerin de var. Oğullarınız, kızlarınız var. Onlar için istediğiniz sağlıklı hayatı, yönettiginiz ülke çocukları için de istemeniz, sorumlulukla bunun için çalışmanız gerekmez mi? Bir de, 30 yıldır söylenen ve Kürtlerin direnişi karşısında hükmünü yitirmiş olan bu cümleyi tekrar keşfetmek, kendinizi iyi hissettiriyorsa, buyurun söylemeye devam edin.
            'Dünyayı başa geçirmek' devasa bir enkaz demektir. Kurunun yanında, yaşın da yandığı bir ateş!
O enkazın altından kurtulabilenler, bize hak mı verecekler? Enkazdan geriye kalan ölüm vurgunu insanlar, mutlu mu olacak? İnsanlık için, kendimiz için istediğimiz bu mu?
            Bazılarımız, yazarlarımız mesela, güncel restleşmelerin yeline kapılıp, öfke döküyorlar kelimelere 'Biz artık kardeş mardeş degiliz..!' diyorlar. Kardeşliğe değil de, düşmanlığa mı ihtiyacımız var?
Karşılıklı olarak 'öteki' olmanın ağır bedellerini ödemedik mi? Hala ödemiyor muyuz? Bu dünyanın en güzel şeyi, kardeşliğin hoş hassasiyeti, ince duyguları, paylaşma olgunluğu ve muhteşem sağduyusuyla hayatı üretmek değil midir? Bunun için çalışmaya değmez mi?


(Değerli arkadaşım Mihdi Perinçek, benim 'İçimizdeki Düşman' yazımla ilgili, 'İçimizdeki Dostlarla Barışmak' başlıklı bir makale yayınlamıştı. İlgiyle okudum.
Elbette birbirimizin görüşlerine katıldığımız yanlar kadar, katılmadığımız yanlar da olacak. Olmalı da. Farklı, hatta ayrıksı gibi duran fikirleri tartışmamız, ortamın statik düşünce kalıplarının dışında, farklı nefes alma yollarının da açığa çıkmasına yardımcı olabilir.
Demokrasinin gücünün de burdan geldiğine inanıyorum. Hani 'demokrasilerde çare tükenmez' derler ya, öyle bir şey işte.
Ben, teşekkür ediyorum arkadaşıma, yazımı değerlendirmeye layık bulduğu ve bizlerle paylaştığı için. Bir de sevgilerimi gönderiyorum, başarı dileklerimle birlikte.)



NURAY ŞEN
16 EYLÜL 2011