1970 sonbaharında,
öğretmen okulunun
hemen ardından, tiyatro tahsili için
gelmiştim Berlin'e. Mehmet'le yollarımız
o günlerde buluşmuştu.
Schillerstr.'deki İsçi-Köylü
Derneği'nde. 71 baharında
Türkiye, ikinci bir askeri darbeyle
sarsılırken, geride bıraktığımız
arkadaşlarımızın acısı
düşmüştü canımıza.
İçimiz keder ve endişeyle
doluydu. Hem okuyorduk o günlerde, hem
alışıyorduk. Bir de, zamanla
yarışırcasına, işkencelerden
geçirilen, cezaevlerine doldurulan
arkadaşlarımız için,
anti-faşist eylemler düzenliyor,
etkinliklere katılıyor, dergi vb.
faaliyetler yürütüyorduk. Devrimciydik.
Cesur hayallerimiz vardı. Gözü
kara gençlerdik. Ben biraz daha
delidoluydum. Hani şu taşı
atıp, kafasını
altına tutan tarifeden..
Mehmet'le, komite sistemi içinde
birlikte çalışıyorduk. Onun delikanlı
arkadaşlığına, fedakarca sunduğu
emeğine tanıklık
ediyordum zaman akıp giderken...
Birgün
elimi tuttu. Dedi ki; “… hep birini
aradım. Nasıl
biri diye sorsalar bana, belki tarif de edemezdim. Artık
sen varsın. Kalbime göresin.
Yani, seni buldum işte... Şimdi
desem ki sana, ne yaşarsak yaşayalım
bu hayatta, ben hep seninle olmak istiyorum. Sen de benimle olur
musun?” Elimi, elinin üstüne
koydum. Kalbimin sesini dinledim bir süre...
“tamam”
dedim. “Seninleyim. Ne yaşarsak
yaşayalım, seninleyim!”
72 Temmuz'unda,
kalbimin tüm zamanlarının
yoldaşı Doğu
geldi hayatımızın karmaşasına.
Bir mucize gibi... Kocaman iki siyah zeytin gibi gözlerine,
şaşırarak bakıyorduk...
Anne-baba olmayı öğretti
bize. 'Evlat nedir?' ögretti! Sonra,
kalbimin sevgilisi Fırat katıldı
aramıza, 75 Temmuz'unda.
Ah! Fırat! Fırat!
Parmaklarımın ucuyla, yüzünün
hatlarına dokunurken; “hiç
kıyamam... hiç
ayrılamam!..”
dediğim oğlum.
Hayatımızın sevgi ve şevkatini
çoğaltan çocuğum!
(yedi yıl sonra, bir de yaşam
tatlısı kızımız
geldi dünyamıza. Hepimizin
yüreğinin kıymetlisi!)
Memlekete dönmenin
zamanıydı. Hayallerimizin peşinden,
'dışarıda' değil,
'içeride' koşacaktık
artık. 75 sonunda
döndük. Herkesin hayatı
zordu. Biz de çok zorlandık.
Hayatın tatlı
sürprizlerini de yaşadık.
Parasız-pulsuz kaldık
bazen, varlıklı zamanlarımız
da oldu. An geldi, kavga ettik. kırdık,
incittik birbirimizi. Bilmiyorum kaç kez,
bir kavganın peşinden,
çarpıp kapıyı
çıkıp gittik de. Öfke
geçip, sular durulunca, kalbimiz
yeniden geri getirdi gideni... Çünkü
aşk vardı
hayatımızda. Aşkı,
kendimizde hep tutkuyla yaşattık ve o
aşkla yürüdük
fırtınaların içine,
23 yıllık beraberliğimizde...
Doğrularımızla
birlikte, yanlışlarımızda oldu. Sadece
kendimize zarar veren, sadece bizi vuran hatalar... hatta dönüp
dolaşıp, tekrar yaşadığımız
hatalar... gün oldu, kompleksli, kıskanç
insanların ne kadar tehlikeli olabildiğini
gördük. Yine de biz, insanın
ve aşkın gücüne
inandık! Mevsimlik, kimyası
naylon 'çakma' dostlar da oldu
ortamımızda. Ama, kıymetli
olan, arkadaş gibi arkadaşlarımızın
o sıcak sevgilerinin, eşsiz
lezzetiydi! Bu lezzetin, yaşam iksiri
olduğuna iman ettik!
Ölüm
ikliminde yaşıyorduk! Kefen hepimizin
boynundaydı! Ama bize öyle
gelirdi ki, biz, koca bir dünyayı
sığdırmıştık içimize!
O dünyanın kalbinde, özgür
Kürdistan nefes alıp
veriyordu... Uçsuz bucaksız
denizlerin aydınlığına batırıp
çıkarmıştık yüreklerimizi...
Aşka koşuyorduk!
Mehmet, aşka koşuyordu!
Kanatlarının yanacağını
bile bile. Ve artık, o reyhan kokusuna, o,
sabah yelinde, akşam serinliğinde,
yaşlı sokakların
tozuna karışan reyhan kokusuna, kan
kokusu sinmişti. Devlet, eşkere
cinayet işliyordu! Zamanın
başbakanı, 'devlet için
kurşunu atan da, kurşunu
yiyen de şereflidir(!)'
diyor, halkımızın katillerine yeni
talimatlar veriyordu!
Direnmekten başka
çaremiz yoktu. Direndik! Ve ideallerimizin
büyüsünden, bir de birbirimizden hiç
vazgeçmedik! Verdiğimiz
söze bağlı
kaldık! Vazgeçmedik,
bizi, biz yapan aşktan!
Sonra, Mehmet'i de
öldürdüler!
94 baharında,
Newroz haftasında, kaçırdılar,
işkence ettiler, katlettiler! Devletin
zıvanadan çıktığı,
Kürt olan herkesin ve herşeyin
katline ferman çıkardığı, ağır
zamanlardı!
Mart, ne zaman başını
uzatsa kapıdan, bir telaş
kaplar içimi önce...
Sanki, bir yerlere
yetişmem gerekiyormuş
da, geç kalmışım
gibi... Sanki, gücüm yetecekmiş,
bir can kurtaracakmışım da, saniyelerle
yarışıyormuşum gibi... Sanki, bir koşu
tutturmuşum da, nefes nefese, bir türlü
ipi göğüsleyemiyormuşum gibi...
Sonra, bir sarı
keder gelir, çöker yüreğimin
ortasına... Sanki, ben yapmışım
gibi, ellerim ağlar! Sanki, kendi
ellerimle... ben öldürmüşüm gibi...
bir ağır keder... Bir kalp ağrısı..!
bir kalp sancısı zonklar gözümün
bebeğinde..!
Seni yitirdiğimde,
zaman bahardı...
deli bir rüzgar
esiyordu Fırat'tan
sabahlar çılgın
çiçek kokusuydu...
Sen ölüyordun!
Kalbim seninle ölüyordu!
Seni yitirdiğimde,
zaman bahardı...
bir masmavi gülüyordü
gökyüzü,
bir kapkara ağlıyordu,
bardaktan boşanırcasına
bir dağların
kalbi patlıyor, kızgın
ateş yürüyordu
bedenime
bir yüksek
tepelerden, çığlar yuvarlanıyor,
dünya
yıkılıyordu üstüme!
Sen ölüyordun!
Birşeyler kırılıp,
parçalanıyordu içimde
kalbim ölüyordu
seninle!
Seni yitirdiğimde,
zaman 1994, Mart'ın 26'sıydı...
bademler çiçek
açmıştı...
Sen, o mes'um, o
bozbulanık bahar akşamında
öyle
gitmeseydin eğer -üstelik
bir hatır bile isteyemeden-
belki de farklı
olacaktı herşey...
birazdan, güzelim
Fırat akşamlarını,
ıslak çimen ve
yosun kokusu saracaktı...
birazdan, sıcak
büyüsüyle önümüzde,
yaz geceleri akacaktı...
yıldızlar
olacaktı, karanlığın
sessizliğinde
birazdan,
belki de, çocuklar
gelecekti...
saçlarında
dağ rüzgarları,
gözlerinde ayışığı
gülümseyecekti...
birazdan belki de sen,
cayıp böyle
gitmekten,
yavaşça
elime uzanacak, hayata asılacaktın
yeniden!
Belki de, yine sırt
sırta verip, yüreklerimizi
ateşe sürecektik
yeniden!
Seni yitirdiğimde,
zaman bahardı...
telaşla,
hücre hücre
tazeleniyordu hayat
kıpır
kıpır yeşeriyordu
toprak
Sen ölüyordun!
Deli bir rüzgar esiyordu Fırat'tan
fırtınalar
kopuyordu!
Soğuk
bedenin, kollarımda sızlıyor,
gözlerimde
yağmur, sığım
sığım ağlıyordu!
Dalga dalga çoğalıyordu
öfke
dalga dalga bahar
parçalanıyordu içimde!
Seni öldürüyorlardı!
Sen ölüyordun...
ne yapsam da çaresiz...
ölüyordun...
kalbim ölüyordu
seninle...!
1971 yılının
kaosunda, 'seninleyim' demiştim Mehmet'e.
2011 baharında, yine 'onunlayım'.
Onca kahrı,
sitemi, öfkeyi, aşkın
tılsımlı gücünü
ve deli damarını hasretin içine
sığdıran kırk
yıllık bir zaman, akıp
gitti!
Belaya birlikte
atladığımız arkadaşlarımı yitirdim!
Hayatımın
cesur yoldaşını yitirdim!
'Yerine ben öleyim!'
'gadan, başım üstüne,
belan benim olsun!' dedigim, aşkın
şövalyesi oğullarımı
yitirdim!
Her birinin anısı,
bir ateş topu gibi kalbimin tam ortasında
yanıyor!
Şimdi
gibi! Henüz şimdi
yitirmişim gibi! Öyle
taze, öyle amansız...!
NURAY ŞEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder