SAVAŞ; TÜM ZAMANLARIN ZALİMİ!
Hepimizin ezbere bildigi bir hikaye var.
İki oğlunu savaşlarda
yitirmiş bir babanın yine kapısına dayanır askerler. Padişah fermanıyla, üçüncü
oğlunu da askere götürmek için. Lakin baba, bu kez vermez oğlunu. Dikilir
karşısına askerlerin; 'Gidin söyleyin o padişahınıza!' der, 'benim bilmem
neyime güvenip de, ikidebir ona buna savaş açmasın! Biz bu çocukları, siz
götürüp de sapır sapır öldürtesiniz diye yapmadık..!'
Kim, ne zaman, nerede,
kime söylemiş bu sözleri? Bunun bir önemi yok. Önemli olan neden söylendiği.
Yani söze altın değeri katan, onun içerdiği anlam. Aslında, insanın, insanla
kavgaya tutuşmasından bu yana, tüm tarihsel süreçlere uyarlanabilir bu hikaye.
Savaş, zalimdir çünkü. Eylemi zulümdür! Ve zulmün olduğu her yerde, direniş de
vardır.
Savaş yorgunu bir babanın,
ağır kalp sancısında mayalanan isyanı, insanı nasıl da etkiliyor...
En sade, en cesur kelimelere döktüğü isyan! 'Artık vermem çocuğumu!' diyen,
'bir daha asla!' diyen baba.
Varsa böyle babalar, kim olursa
olsun, ellerinden öperim, saygıyla, muhabbetle...
(Annelere gelince, onların hiçbirinin savaş istemediğini biliyorum.
Bakmayın siz, o, candan aziz evlatlarının cenazeleri yerdeyken... kameralar
üzerlerine çevrilmişken... öyle bağırıp çağırdıklarına. O, kalp yangınıyla
söylenen sözlere bakmayın. Evlat nedir? Hangi anne bilmez ki... hani derler ya,
'köpekler de anne olmasın...' boşa söylenmemiş ki... onca annenin, beşbin
yıllık acısından süzülmüş)
İnsan evladı, hep
ezen-ezilen ikileminde tüketti, yılları, yüzyılları, kapanan açılan çağları.
Her çağ, kendi zalimlerini
ve kendi mazlumlarını, bir önceki sistemin mirası üzerinden varetmeyi sürdürdü.
Farklı paradigmalar, farklı misyonlar da yüklediler zamana. Hak, hukuk, adalet,
özgürlük, kardeşlik, sosyalizm, demokrasi gibi, insana en yakışan kavramlar da
girdi hayatımıza.
Çok zorlu kavgalar da yaşandı. Milyonlarca cesur insanın, feda ettikleri
canları ve nefes nefese emekleri üzerinde, farklı sistemler de inşaa edildi.
Ama ezen-ezilen gerçeğinin kimyası fazla degişmedi... Özgürlük uğruna
savaşanlardan geriye kalanlar, bu kez de yeni patronlara kaptırdılar
özgürlüklerini!
Bu bir paradoks. Lakin hükmünü hala sürdürmekte.
Dünyanın zalim patronları,
dünyanın mazlumlarını birbirleriyle çatıştırmaya devam ediyor. İnsanın insana
ihaneti, dumanı üstünde tüten sıcaklığı ile, insanı ciğerinden vurmakta hala...
Bu bitmeyen kavga, her
yüzyıla vurdu damgasını. Hikayemizin tüm zamanlarda karşılık bulması bundandır.
Bilgeliğin zerafetinin, isyanın yakıcı gücüyle buluşması ve o kekremsi, biraz
acımsı lezzeti de buradan geliyor.
Bizler hayatı yaşarken,
hep bu güne odaklanıyoruz. Konjonktür üzerinden tesbitler yapıyoruz. Gün, savaş
gerçeği ve onun psikolojik boyutu olunca da, bakış açımızda ciddi bir darlık
ortaya çıkıyor.
Sahi, biz neden, iskenceyi deşifre ederken mesela, 'çağ dışı' vurgusunu öne
çıkarıyoruz? Yaşanan çağda, işkence yok muydu? Ya da, işkencenin olmadığı bir
çağı yaşadı mı insanlık?
Yine, gericiliği,
diktatörlüğü, faşist düşünce biçimlerini dile getirirken, 'çağ dışı
zihniyetler...' diye itiraz ediyoruz. Sanki, insanın kanını, ruhunu,
hayallerini paramparça eden bu kötülükler, günümüzde türemişler gibi.
20. yüzyıl, iki devasa
cihan savaşına tanıklık etti. Milyonlarca ölü, milyonlarca sakatlanan insan, telef
olan milyonlarca çocuk... ekonomiden bahsetmiyorum bile. Hiroşima'ya atılan
atom bombası, Nazi'lerin gaz odalarında yakılan Yahudiler, soykırıma uğratılan
Ermeniler, kimyasal silahlarla kendi topraklarında yakılan Vietnamlılar,
Cezayirliler, yeniden dizayn edilip paylaşılan Ortadoğu.
Kürtlerin vatanının, bölünüp, paylaşılması, Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim
isyanları ve binlerce Kürt'ün kendi evinde öldürülmesi... birer cümlelik
anekdotlarla geçiyorum ama, bilindiği gibi çok daha fazlası var.
Sovyet, Çin, Küba devrimleri, el değiştiren diktatörlükler, hep akıp duran
kan...
Daha bunun Hitler'i var, Musolini'si, Franko'su var. Latin Amerika
diktatörleri, mezarsız ölüleri var milyonlarca...
Velhasıl bunların hepsi, henüz tükettiğimiz yüzyılda yaşandı. Yani, çağ
dışı bir durum yok ortada. Herşey çağ içi. Zulüm de, direniş de. Öyle ki,
21.yüzyılı yaşamaya yeni başlamışken daha, 20. yy.dan miras, yarım kalmış
hesaplaşmaların içinde cebelleşiyoruz. Pozitif gelişmeler, savaşların
gidişatını etkileme gücünde değil. Dünyanın kilit noktaları, başta Ortadoğu
ateşler içinde yanıyor! Biz yanıyoruz!
Bu yangın içinde biz,
hayatı bu gün üzerinden okumaya devam ediyoruz!
'Devlet iyi, hükümet
kötü!' diyoruz. 'Devlet çözümden yana, hükümet engelliyor!' diyoruz. Savaş
yorgunu kafalarımız karışıyor, yürek acılarımız, çığ misali katlanarak
çoğalıyor. Tartışmıyoruz bile. Ya da tartışmayı, birimizin söylediğine,
hepimizin katılması şeklinde anlıyoruz.
Mustafa Kemal zalimdi.
Siyasal bir güç olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni örgütlerken, tüm kurum ve
kuruluşlarını kendine göre oluşturdu.Yasama, yürütme, yargı, basın hepsinin işleyişi ve karar
mekanizması, Atatürk'ün iki dudağının arasında şekillendi. İdeolojik olarak
onurlandırılan Türklük dışında kalanlar, ülkenin 'ötekileri' olarak muamele
gördüler. Kürtler bu süreçte 'yok' sayıldılar. 'Yok' sayılmakla da kalmadı,
'potansiyel suçlu', 'potansiyel tehlike' olarak, Atatürk Devleti'nin kırmızı
çizgisi oldu. Dokunulmaz, tartışılmaz bir tabu.
Her diktatör gibi Atatürk'de, kendini tehdit edebilecek tüm güçleri ortadan
kaldırdı. İhtimalleri dahi tasfiye etti. İzmir suikasti hikayesiyle, onlarca
muhalifini astırırken,
politik manevralarla bazılarını ipten kurtararak, kendine biat ettirdi.
İstiklal Mahkemeleri, ortaçağ engizisyonları gibi çalıştı. Kararı önceden
verilmiş uyduruk yargılamalarla, Diyarbekir'de kurulan idam sehpaları,
Kürdistan'da ve Türkiye genelinde tüm halkları zapt-u rap altına almayı
amaçlayan, bir devlet terörüydü. Türkiye 88 yıldır, ilkelerini Atatürk'ün
oluşturup, yürürlüğe koyduğu devlet politikalarıyla yönetilmektedir. Bu
süreçte, hükümetler, geldiler gittiler. Devlet, o kaskatı, ceberrut özünü
korudu.
Bir de bunun, derin yüzü var. Kendisini, hepimizin hayatının mutlak sahibi
gören, bu konuda en küçük bir zafiyeti bile sert tedbirlerle bastıran, şiddeti
kurumsallaştıran, ürkütücü, zalim, illegal yüzü!
İyi olan ne, kötü olan ne?
Atatürk mü iyi bir insan, adil bir yöneticiydi, İnönü mü? Evren mi iyiydi,
Demirel mi? Hangisi halkın taleplerine saygılıydı, Özal mı, Çiller mi? Ecevit
mi, Bahçeli mi, Erdoğan mı, kim?
Her iktidar, devlet politikalarını yürüttü. Kırmızı çizgileri titizlikle
koruyarak. Ve her iktidar, ilk iş olarak, elinde çelenk, Anıtkabir'e koşar bu
ülkede. Bir taahütname gibi duran deftere, Atatürk ilke ve inkilaplarına sadık
kalma sözleri yazılır. Boşuna değil ki bu tantana...
Şimdi bu zalim devletin, Kürt sorununu çözmek istediğini, lakin hükümetin
engellediğini söylemek bir kazanç mı oluyor? Yani, İsa'nın, Musa'nın
günahlarını sadece Erdoğan'ın üstüne yıkarak, 'iyi devlet' moduna geçince, Kürt
sorunu çözülecek mi? Ne AKP'ye sempati duyuyorum, ne de diğerlerine. Hasımların
birbirlerine bu kadar saldırarak, çözüm yollarını kapattığına inanıyorum, sadece, 80 yıllık Türkiye gerçeğini bir
yana bırakıp, mevcut muhatap üzerinden yapılan dar tesbitlerin çözümleyici
olmayacağını düşünüyorum.
Yangına körükle gitmek
kolay, önemli olan yangını söndürmenin yollarını, yöntemlerini arayıp bulmak.
Reel politik zemin üzerinden tartışmak, ölme-öldürme kültürüne karşı hayatın
kutsallığını savunmak, insan için daha iyidir diyorum. Barışın bir taktik
yaklaşım değil, stratejik bir amaç olduğuna iknayım.
Elbette savaşın günlük
olarak, ocaklar söndürdüğü bir ortamda, barışın dilini yakalamanın çok zor
olduğunu biliyorum. Savaş, sittin sene sürecek değil ya. Bir gün bitecek. O bir
gün, ne kadar erken gelirse, yaşanacak kayıplar açısından, o kadar değerlidir.
Savaşan güçler, birbirinin
damarına basarak, ölümleri çoğaltarak, birbirlerini dize getirmeye
çalışıyorlar. 'Kökü kazınana kadar...' diyor Erdoğan. 'Dünyayı başınıza
geçiririz...' diyor PKK.
'Kökün kazınması' demek,
Kürtleri katliama uğratmaktır yeniden! Çocuklarını öldürerek, analarını
döverek, evlerini başlarına yıkarak, cezaevlerini doldurarak, zalimlikle,
zulümle, açlıkla 'terbiye' ederek, bir halkı kazanmak, yanında tutmak mümkün
mü? Ne Allah ne de kul razı olur buna! Siz, gücünüz yetse de, Beyaz Saray'ı
bağışlasanız o şehit analarına, bir tanesi ister mi? Bu kadar tehdit
yağdırıyorsunuz medyadan. O, tehdit ettiklerinizin anası babası da dinliyor
sizi. Bir empati yapalım, bu tehditler, sizin çocuklarınız için söylense, ne
düşünürsünüz? Atatürk'ün, Demirel'in, Ecevit'in çocukları yoktu. Anlamazlardı
belki. Ama diğerlerinin vardı. Sizlerin de var. Oğullarınız, kızlarınız var.
Onlar için istediğiniz sağlıklı hayatı, yönettiginiz ülke çocukları için de
istemeniz, sorumlulukla bunun için çalışmanız gerekmez mi? Bir de, 30 yıldır
söylenen ve Kürtlerin direnişi karşısında hükmünü yitirmiş olan bu cümleyi
tekrar keşfetmek, kendinizi iyi hissettiriyorsa, buyurun söylemeye devam edin.
'Dünyayı başa geçirmek'
devasa bir enkaz demektir. Kurunun yanında, yaşın da yandığı bir ateş!
O enkazın altından kurtulabilenler, bize hak mı verecekler? Enkazdan geriye
kalan ölüm vurgunu insanlar, mutlu mu olacak? İnsanlık için, kendimiz için
istediğimiz bu mu?
Bazılarımız, yazarlarımız
mesela, güncel restleşmelerin yeline kapılıp, öfke döküyorlar kelimelere 'Biz
artık kardeş mardeş degiliz..!' diyorlar. Kardeşliğe değil de, düşmanlığa mı
ihtiyacımız var?
Karşılıklı olarak 'öteki' olmanın ağır bedellerini ödemedik mi? Hala
ödemiyor muyuz? Bu dünyanın en güzel şeyi, kardeşliğin hoş hassasiyeti, ince
duyguları, paylaşma olgunluğu ve muhteşem sağduyusuyla hayatı üretmek değil
midir? Bunun için çalışmaya değmez mi?
(Değerli arkadaşım Mihdi Perinçek, benim 'İçimizdeki Düşman' yazımla
ilgili, 'İçimizdeki Dostlarla Barışmak' başlıklı bir makale yayınlamıştı.
İlgiyle okudum.
Elbette birbirimizin görüşlerine katıldığımız yanlar kadar, katılmadığımız
yanlar da olacak. Olmalı da. Farklı, hatta ayrıksı gibi duran fikirleri
tartışmamız, ortamın statik düşünce kalıplarının dışında, farklı nefes alma
yollarının da açığa çıkmasına yardımcı olabilir.
Demokrasinin gücünün de burdan geldiğine inanıyorum. Hani 'demokrasilerde
çare tükenmez' derler ya, öyle bir şey işte.
Ben, teşekkür ediyorum arkadaşıma, yazımı değerlendirmeye layık bulduğu ve
bizlerle paylaştığı için. Bir de sevgilerimi gönderiyorum, başarı dileklerimle
birlikte.)
NURAY ŞEN
16 EYLÜL 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder