2 Mart 2013 Cumartesi

SAVAŞ; TÜM ZAMANLARIN ZALİMİ!



SAVAŞ; TÜM ZAMANLARIN ZALİMİ!
 
Hepimizin ezbere bildigi bir hikaye var.
            İki oğlunu savaşlarda yitirmiş bir babanın yine kapısına dayanır askerler. Padişah fermanıyla, üçüncü oğlunu da askere götürmek için. Lakin baba, bu kez vermez oğlunu. Dikilir karşısına askerlerin; 'Gidin söyleyin o padişahınıza!' der, 'benim bilmem neyime güvenip de, ikidebir ona buna savaş açmasın! Biz bu çocukları, siz götürüp de sapır sapır öldürtesiniz diye yapmadık..!' 
            Kim, ne zaman, nerede, kime söylemiş bu sözleri? Bunun bir önemi yok. Önemli olan neden söylendiği. Yani söze altın değeri katan, onun içerdiği anlam. Aslında, insanın, insanla kavgaya tutuşmasından bu yana, tüm tarihsel süreçlere uyarlanabilir bu hikaye. Savaş, zalimdir çünkü. Eylemi zulümdür! Ve zulmün olduğu her yerde, direniş de vardır.
            Savaş yorgunu bir babanın, ağır kalp sancısında mayalanan isyanı, insanı nasıl da etkiliyor...
En sade, en cesur kelimelere döktüğü isyan! 'Artık vermem çocuğumu!' diyen, 'bir daha asla!' diyen baba.
            Varsa böyle babalar, kim olursa olsun, ellerinden öperim, saygıyla, muhabbetle...
(Annelere gelince, onların hiçbirinin savaş istemediğini biliyorum. Bakmayın siz, o, candan aziz evlatlarının cenazeleri yerdeyken... kameralar üzerlerine çevrilmişken... öyle bağırıp çağırdıklarına. O, kalp yangınıyla söylenen sözlere bakmayın. Evlat nedir? Hangi anne bilmez ki... hani derler ya, 'köpekler de anne olmasın...' boşa söylenmemiş ki... onca annenin, beşbin yıllık acısından süzülmüş)
  
            İnsan evladı, hep ezen-ezilen ikileminde tüketti, yılları, yüzyılları, kapanan açılan çağları.
            Her çağ, kendi zalimlerini ve kendi mazlumlarını, bir önceki sistemin mirası üzerinden varetmeyi sürdürdü. Farklı paradigmalar, farklı misyonlar da yüklediler zamana. Hak, hukuk, adalet, özgürlük, kardeşlik, sosyalizm, demokrasi gibi, insana en yakışan kavramlar da girdi hayatımıza.
Çok zorlu kavgalar da yaşandı. Milyonlarca cesur insanın, feda ettikleri canları ve nefes nefese emekleri üzerinde, farklı sistemler de inşaa edildi. Ama ezen-ezilen gerçeğinin kimyası fazla degişmedi... Özgürlük uğruna savaşanlardan geriye kalanlar, bu kez de yeni patronlara kaptırdılar özgürlüklerini!
Bu bir paradoks. Lakin hükmünü hala sürdürmekte.
            Dünyanın zalim patronları, dünyanın mazlumlarını birbirleriyle çatıştırmaya devam ediyor. İnsanın insana ihaneti, dumanı üstünde tüten sıcaklığı ile, insanı ciğerinden vurmakta hala...
            Bu bitmeyen kavga, her yüzyıla vurdu damgasını. Hikayemizin tüm zamanlarda karşılık bulması bundandır. Bilgeliğin zerafetinin, isyanın yakıcı gücüyle buluşması ve o kekremsi, biraz acımsı lezzeti de buradan geliyor.

            Bizler hayatı yaşarken, hep bu güne odaklanıyoruz. Konjonktür üzerinden tesbitler yapıyoruz. Gün, savaş gerçeği ve onun psikolojik boyutu olunca da, bakış açımızda ciddi bir darlık ortaya çıkıyor.
Sahi, biz neden, iskenceyi deşifre ederken mesela, 'çağ dışı' vurgusunu öne çıkarıyoruz? Yaşanan çağda, işkence yok muydu? Ya da, işkencenin olmadığı bir çağı yaşadı mı insanlık?
            Yine, gericiliği, diktatörlüğü, faşist düşünce biçimlerini dile getirirken, 'çağ dışı zihniyetler...' diye itiraz ediyoruz. Sanki, insanın kanını, ruhunu, hayallerini paramparça eden bu kötülükler, günümüzde türemişler gibi.
            20. yüzyıl, iki devasa cihan savaşına tanıklık etti. Milyonlarca ölü, milyonlarca sakatlanan insan, telef olan milyonlarca çocuk... ekonomiden bahsetmiyorum bile. Hiroşima'ya atılan atom bombası, Nazi'lerin gaz odalarında yakılan Yahudiler, soykırıma uğratılan Ermeniler, kimyasal silahlarla kendi topraklarında yakılan Vietnamlılar, Cezayirliler, yeniden dizayn edilip paylaşılan Ortadoğu.
Kürtlerin vatanının, bölünüp, paylaşılması, Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim isyanları ve binlerce Kürt'ün kendi evinde öldürülmesi... birer cümlelik anekdotlarla geçiyorum ama, bilindiği gibi çok daha fazlası var.
Sovyet, Çin, Küba devrimleri, el değiştiren diktatörlükler, hep akıp duran kan...
Daha bunun Hitler'i var, Musolini'si, Franko'su var. Latin Amerika diktatörleri, mezarsız ölüleri var milyonlarca...
Velhasıl bunların hepsi, henüz tükettiğimiz yüzyılda yaşandı. Yani, çağ dışı bir durum yok ortada. Herşey çağ içi. Zulüm de, direniş de. Öyle ki, 21.yüzyılı yaşamaya yeni başlamışken daha, 20. yy.dan miras, yarım kalmış hesaplaşmaların içinde cebelleşiyoruz. Pozitif gelişmeler, savaşların gidişatını etkileme gücünde değil. Dünyanın kilit noktaları, başta Ortadoğu ateşler içinde yanıyor! Biz yanıyoruz!
            Bu yangın içinde biz, hayatı bu gün üzerinden okumaya devam ediyoruz!
            'Devlet iyi, hükümet kötü!' diyoruz. 'Devlet çözümden yana, hükümet engelliyor!' diyoruz. Savaş yorgunu kafalarımız karışıyor, yürek acılarımız, çığ misali katlanarak çoğalıyor. Tartışmıyoruz bile. Ya da tartışmayı, birimizin söylediğine, hepimizin katılması şeklinde anlıyoruz.

Mustafa Kemal zalimdi.
Siyasal bir güç olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni örgütlerken, tüm kurum ve kuruluşlarını kendine göre oluşturdu.Yasama, yürütme, yargı, basın hepsinin işleyişi ve karar mekanizması, Atatürk'ün iki dudağının arasında şekillendi. İdeolojik olarak onurlandırılan Türklük dışında kalanlar, ülkenin 'ötekileri' olarak muamele gördüler. Kürtler bu süreçte 'yok' sayıldılar. 'Yok' sayılmakla da kalmadı, 'potansiyel suçlu', 'potansiyel tehlike' olarak, Atatürk Devleti'nin kırmızı çizgisi oldu. Dokunulmaz, tartışılmaz bir tabu.
Her diktatör gibi Atatürk'de, kendini tehdit edebilecek tüm güçleri ortadan kaldırdı. İhtimalleri dahi tasfiye etti. İzmir suikasti hikayesiyle, onlarca muhalifini astırırken, politik manevralarla bazılarını ipten kurtararak, kendine biat ettirdi. İstiklal Mahkemeleri, ortaçağ engizisyonları gibi çalıştı. Kararı önceden verilmiş uyduruk yargılamalarla, Diyarbekir'de kurulan idam sehpaları, Kürdistan'da ve Türkiye genelinde tüm halkları zapt-u rap altına almayı amaçlayan, bir devlet terörüydü. Türkiye 88 yıldır, ilkelerini Atatürk'ün oluşturup, yürürlüğe koyduğu devlet politikalarıyla yönetilmektedir. Bu süreçte, hükümetler, geldiler gittiler. Devlet, o kaskatı, ceberrut özünü korudu.
Bir de bunun, derin yüzü var. Kendisini, hepimizin hayatının mutlak sahibi gören, bu konuda en küçük bir zafiyeti bile sert tedbirlerle bastıran, şiddeti kurumsallaştıran, ürkütücü, zalim, illegal yüzü!
İyi olan ne, kötü olan ne?
Atatürk mü iyi bir insan, adil bir yöneticiydi, İnönü mü? Evren mi iyiydi, Demirel mi? Hangisi halkın taleplerine saygılıydı, Özal mı, Çiller mi? Ecevit mi, Bahçeli mi, Erdoğan mı, kim?
Her iktidar, devlet politikalarını yürüttü. Kırmızı çizgileri titizlikle koruyarak. Ve her iktidar, ilk iş olarak, elinde çelenk, Anıtkabir'e koşar bu ülkede. Bir taahütname gibi duran deftere, Atatürk ilke ve inkilaplarına sadık kalma sözleri yazılır. Boşuna değil ki bu tantana...
Şimdi bu zalim devletin, Kürt sorununu çözmek istediğini, lakin hükümetin engellediğini söylemek bir kazanç mı oluyor? Yani, İsa'nın, Musa'nın günahlarını sadece Erdoğan'ın üstüne yıkarak, 'iyi devlet' moduna geçince, Kürt sorunu çözülecek mi? Ne AKP'ye sempati duyuyorum, ne de diğerlerine. Hasımların birbirlerine bu kadar saldırarak, çözüm yollarını kapattığına inanıyorum, sadece, 80 yıllık Türkiye gerçeğini bir yana bırakıp, mevcut muhatap üzerinden yapılan dar tesbitlerin çözümleyici olmayacağını düşünüyorum.
            Yangına körükle gitmek kolay, önemli olan yangını söndürmenin yollarını, yöntemlerini arayıp bulmak. Reel politik zemin üzerinden tartışmak, ölme-öldürme kültürüne karşı hayatın kutsallığını savunmak, insan için daha iyidir diyorum. Barışın bir taktik yaklaşım değil, stratejik bir amaç olduğuna iknayım.
            Elbette savaşın günlük olarak, ocaklar söndürdüğü bir ortamda, barışın dilini yakalamanın çok zor olduğunu biliyorum. Savaş, sittin sene sürecek değil ya. Bir gün bitecek. O bir gün, ne kadar erken gelirse, yaşanacak kayıplar açısından, o kadar değerlidir.
            Savaşan güçler, birbirinin damarına basarak, ölümleri çoğaltarak, birbirlerini dize getirmeye çalışıyorlar. 'Kökü kazınana kadar...' diyor Erdoğan. 'Dünyayı başınıza geçiririz...' diyor PKK.
            'Kökün kazınması' demek, Kürtleri katliama uğratmaktır yeniden! Çocuklarını öldürerek, analarını döverek, evlerini başlarına yıkarak, cezaevlerini doldurarak, zalimlikle, zulümle, açlıkla 'terbiye' ederek, bir halkı kazanmak, yanında tutmak mümkün mü? Ne Allah ne de kul razı olur buna! Siz, gücünüz yetse de, Beyaz Saray'ı bağışlasanız o şehit analarına, bir tanesi ister mi? Bu kadar tehdit yağdırıyorsunuz medyadan. O, tehdit ettiklerinizin anası babası da dinliyor sizi. Bir empati yapalım, bu tehditler, sizin çocuklarınız için söylense, ne düşünürsünüz? Atatürk'ün, Demirel'in, Ecevit'in çocukları yoktu. Anlamazlardı belki. Ama diğerlerinin vardı. Sizlerin de var. Oğullarınız, kızlarınız var. Onlar için istediğiniz sağlıklı hayatı, yönettiginiz ülke çocukları için de istemeniz, sorumlulukla bunun için çalışmanız gerekmez mi? Bir de, 30 yıldır söylenen ve Kürtlerin direnişi karşısında hükmünü yitirmiş olan bu cümleyi tekrar keşfetmek, kendinizi iyi hissettiriyorsa, buyurun söylemeye devam edin.
            'Dünyayı başa geçirmek' devasa bir enkaz demektir. Kurunun yanında, yaşın da yandığı bir ateş!
O enkazın altından kurtulabilenler, bize hak mı verecekler? Enkazdan geriye kalan ölüm vurgunu insanlar, mutlu mu olacak? İnsanlık için, kendimiz için istediğimiz bu mu?
            Bazılarımız, yazarlarımız mesela, güncel restleşmelerin yeline kapılıp, öfke döküyorlar kelimelere 'Biz artık kardeş mardeş degiliz..!' diyorlar. Kardeşliğe değil de, düşmanlığa mı ihtiyacımız var?
Karşılıklı olarak 'öteki' olmanın ağır bedellerini ödemedik mi? Hala ödemiyor muyuz? Bu dünyanın en güzel şeyi, kardeşliğin hoş hassasiyeti, ince duyguları, paylaşma olgunluğu ve muhteşem sağduyusuyla hayatı üretmek değil midir? Bunun için çalışmaya değmez mi?


(Değerli arkadaşım Mihdi Perinçek, benim 'İçimizdeki Düşman' yazımla ilgili, 'İçimizdeki Dostlarla Barışmak' başlıklı bir makale yayınlamıştı. İlgiyle okudum.
Elbette birbirimizin görüşlerine katıldığımız yanlar kadar, katılmadığımız yanlar da olacak. Olmalı da. Farklı, hatta ayrıksı gibi duran fikirleri tartışmamız, ortamın statik düşünce kalıplarının dışında, farklı nefes alma yollarının da açığa çıkmasına yardımcı olabilir.
Demokrasinin gücünün de burdan geldiğine inanıyorum. Hani 'demokrasilerde çare tükenmez' derler ya, öyle bir şey işte.
Ben, teşekkür ediyorum arkadaşıma, yazımı değerlendirmeye layık bulduğu ve bizlerle paylaştığı için. Bir de sevgilerimi gönderiyorum, başarı dileklerimle birlikte.)



NURAY ŞEN
16 EYLÜL 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder