10 Mart 2013 Pazar

MATEM; ' ÖTEKİ ' ANNE... I

MATEM; ' ÖTEKİ ' ANNE... I


Daha kapıyı açar açmaz bildim. Yüzlerine baktım. Gözlerindeki 'kara haber' kederini gördüm... Anladım! O anda içimde bir şey yırtıldı! Etim yırtıldı! Biri sanki bir satıl kaynar suyu döküverdi başımdan aşağı... Haşlandım! İçim, dışım haşlandı! Kapıyı kapatmak istedim yüzlerine, sonra yangın gözlerimi yere eğip, yana çekildim. 

Üç kişiydiler. İkisi ayakkabılarını çıkarıp içeri geçti. Diğeri nöbetçi çıktı. Biri akrabam. Halamın torunu. Gözleri aynı civanımın, dağdaki oğlumun gözleri... beraber büyüdüler, beraber gittiler dağa. Öbürü, sarı olan, onu hiç görmedim. Oturdular. Usulca kapıya çıktım. Eşiğe çömeldim. Akşamın karanlığına boşalttım nefesimi... sıcağı gözlerimi yaktı!

Bir düş görmüstüm. Dağda kenger topluyorum düşümde. Tam kör bıçağı saplıyordum ki, kengerin dibine, 'ana!' dedi oğlum! Telaşla doğrulup kalktım. Yanımda duruyor. Kollarına atıverdim kendimi ya, bir adım öte kaçtı. 'Gadasını aldığım oğlum, insan kaçar mı anasından? Beri gel yavrum, sabah yelinde, reyhan kokusunda, dağların dumanında seni ararım hergün, her saat...' dedim. Yaklaştı, elini yüzüme uzatıp, gözümün yaşını sildi. 'Ana, anam!' dedi. 'Sana oğlun öldü! deseler, inanma... bak ben yaşıyorum! Ölmedim anam, ölmedim!' dedi. Uyanıverdim. Can havliyle aradım, içerde, dışarda... yok! Düş olduğunu anladım. Yüksek sesle hayra yordum. 'Ölüden diri haber! derler ya...

Kapının eşiğinde öylece oturdum kaldım. Gözlerimden kor kor ateş akıyor yüzüme... 'Yok' dedim 'yok, bir şey olmadı oğluma! Oğlum yaşıyor! Aha şu dağlarda... keklik gibi sekiyor... hevallar, belki ekmek icin geldiler...'

İçeri girmek istemedim. Birşey duymak istemedim. Karnım ağrıyor. Karnım haşlanmış, yanıyor! 'ana!' dediklerinde, 'Heval Memet şehit düştü!' dediklerinde, dinlemeseydim onları, inanmasaydım onlara, yaşayacaktı büyük oğlum! Simdi de küçüğüm için mi gelmişler? Yok inanmam artık! Kahpe ölüm kıyabilir mi oğluma? Ciğerime?
Ben onları, bunca yoklukta, yumurtayla, yoğurtla büyüttüm. Otla besledim. Şu dağların elvan türlü otunu, kengerini, gulikini, guhresini yedirdim. Doğdular, bir gün doktora götürmedim. Hasta olsalarda, otla, çöple ilaç yaptım, iyileştirdim... zaten köyümüz, dağın eteğinde. Havası, suyu ab-u hayat...
Memedim şehit düştüğünde, 'yanlışsınız' deseydim, 'nasıl olur dağ gibi oğlum?' deseydim...
Soğuk yüzünü bile görmedim! Göstermediler!

Doğruldum, kalktım. İçeri girdim. 'Aç mısınız?' 'kurban olurum size' dedim.
'Ana, bırak şimdi yemeği falan' dedi, halamın torunu olan, ' gel hele otur şöyle, biz sana...' hızla sözünü kestim. 'Olur mu kurban?' dedim. 'Bakmayın ihtiyarlığıma. Ben hemencik birşeyler hazırlarım size. Bir çıkın da oğlum için yapayım. Götürün de, artık görmezseniz civanımı, hevallar yesin...' Yüzleri yerde. Bakıştılar. Çıktım. Tüpün üstüne çaydanı koydum. Ekmek, peynir, yoğurt hazırladım. Helva koydum. Bir de çıkın yaptım aceleyle. Nasipse oğluma. Çaydanı indirip, tavaya yumurta kırdim. Yesin çocuklar...

'O niye gelmedi?' dedim, sofrayı önlerine indirirken, halamın torunu olana, 'Görmedin mi buraya gelirken? Yutkundu. Birbirlerine baktılar. Başını eğip, 'yok ana' dedi.' Görmedim. Uzaktık zaten...' Sarı olana baktı, 'ana... biz ...seninle konuşmaya geldik... ana...' Telaşla araya girdim. 'Olsun kurban, canı sağ olsun da, varsın gelmesin...' dedim. İçimi çektim acıyla, 'gelecek' diye ekledim. 'Bana söz verdi, gelecek!

İçimdeki ateş beni boğacak, kalkıp dışarı attım kendimi. Çayı demleyip, getirdim. İçsinler de, hemen gitsinler diye. Duvardaki fotoğrafta gözleri. Sarı olan konuştu bu sefer, 'ana, bizim için de çok zor... lakin, bir görevle geldik buraya...' derken, atıldım. 'He ya' dedim. 'oğullarımın fotoğrafı o. Küçüktüler daha. Babaları şehirde çektirdiydi. Memedim camlatıp astı duvara. Çok severdi kardaşını nasıl da kolunu atmış boynuna... civanım da, sabah akşam abisinin peşinde. Memet nereye, bu da oraya... Küçüktüler. Ölüm daha çalmamıştı kapımızı! ...Bir gün abisi şehire giderken gene vermiş peşine. O da kovalayınca, kaçarken düşmüş. Kucaklayıp getirdi ki, ayak şişmiş, gövermiş. Yumurta akıyla, sabunla yakı yaptım sardım ayağını. Acısı dindi, uyudu yavrum ya, abisi sabaha kadar başında oturdu, suçladı kendini. Kaç gün kucağında taşıdı helaya falan... öyle düşkündüler birbirlerine. İşte, Memedim dağlara gidince, bu da gene düştü peşine...

Yer gibi yapıyorlar, kaşıkları boş gidip geliyor tabağa, yemiyorlar. Çay içiyorlar sıkıntıyla. Sarı olan, araya girdi bu kez, 'ana, vaktimiz çok az, ana müsade etsen de...' Kestim sözünü. 'hani Memedim şehit düstu dediler ya, bu, çok üzüldü, çok ağladı karanlıklarda! Kederinden ölecek sandım.
Yasımı bile tutamadım! Attım içime zehiri, kan yuttum, ağzımı silip, 'kızılcık şerbeti içtim' dedim.
Tam, yarası biraz kabuk bağladı derken, bir gece, 'anam, güzel anam, ben gidiyorum!' dedi. 'haberin olsun...' dedi. Eline ayağına sarıldım. Ağladım! 'Beni bir de sen öldürme oğlum! Kurban olayım gitme!' dedim. Dinlemedi.

'Sana söz ana, geri geleceğim...' dedi. 'Şimdi gideceğim, abimin intikamı için! Arkadaşların intikamı için!'

Gitti! Gittiiiii...!

'Ana... biz sana birşey söylemek için geldik, yani...' diyecek oldu halamın torunu.
'Biliyordum!' dedim, gözümün yaşı siğim siğim... 'Biliyordum, ben ne yapsam da gidecekti... Abisi nereye, bu da oraya... O dağa gitti ya, civanım da peşinden gidecek...
Babası öldüğünde, küçüktü daha. Memedim bir baba gibi, korudu kolladı onu. O da baba gibi, abi gibi, saydı sevdi onu. Sözünden, izinden çıkmadı'.
Kalktılar. Çaresizce bakıştılar gene, kapıya yöneldiler.
Sarıldım öptüm gözlerini. Halamın torunu olana dedim ki, 'senin gözlerinde, oğlumun gözlerini görüyorum hevalim... gel bir de onun yerine öpeyim...' öptüm, öptüm... çıkını verdim ellerine. Arkalarından seslendim. 'Oğlumu görürseniz, ona deyin, ananın selamı var, söyleyin ki, anan seni çok özlemiş... reyhan gibi, sosın gibi, kokusu burnumda... oğluma deyin ki, söz vermişsin anana, anan, ölmeyecekmiş sen gelene kadar... anan o sözün peşinde deyin... gönlü dağlarda deyin, gözü sabah aksam kapıda...'
Yürüdüler. Son gücüm de tükendi. İçimdeki yangının dumanından boğuldum. Tutundum kapıya, sonra bir ses duydum. Tok! diye bir ses. Karanlıkta kaldım, gece gibi. Sıcak, yapış yapış bir şey akıyor boynuma... Üstüme eğiliyor biri, oğlumun gözleriyle bana bakıyor... Ürkek bir ses 'anladı' diyor fısıltıyla... 'anladı! Ama duymak istemiyor!'
Acının ağırlaştırdığı bedenimi kucaklıyor biri. Canım lime lime... Solgun, sarı bir ışık... üzerimde oğlumun gözleri... kederli...

Nuray Şen 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder