MATEM; ' ÖTEKİ
' ANNE... I
Daha kapıyı
açar açmaz
bildim. Yüzlerine baktım.
Gözlerindeki 'kara haber' kederini
gördüm... Anladım!
O anda içimde bir şey
yırtıldı! Etim yırtıldı!
Biri sanki bir satıl kaynar suyu döküverdi
başımdan aşağı...
Haşlandım! İçim,
dışım haşlandı!
Kapıyı kapatmak istedim yüzlerine,
sonra yangın gözlerimi
yere eğip, yana çekildim.
Üç
kişiydiler. İkisi
ayakkabılarını çıkarıp
içeri geçti.
Diğeri nöbetçi
çıktı. Biri akrabam. Halamın
torunu. Gözleri aynı
civanımın, dağdaki
oğlumun gözleri...
beraber büyüdüler, beraber gittiler
dağa. Öbürü,
sarı olan, onu hiç
görmedim. Oturdular. Usulca kapıya
çıktım. Eşiğe
çömeldim. Akşamın
karanlığına boşalttım
nefesimi... sıcağı gözlerimi
yaktı!
Bir düş
görmüstüm. Dağda
kenger topluyorum düşümde. Tam kör
bıçağı saplıyordum
ki, kengerin dibine, 'ana!' dedi oğlum!
Telaşla doğrulup
kalktım. Yanımda
duruyor. Kollarına atıverdim
kendimi ya, bir adım öte
kaçtı. 'Gadasını
aldığım oğlum,
insan kaçar mı
anasından? Beri gel yavrum, sabah yelinde,
reyhan kokusunda, dağların dumanında
seni ararım hergün,
her saat...' dedim. Yaklaştı, elini
yüzüme uzatıp,
gözümün yaşını
sildi. 'Ana, anam!' dedi. 'Sana oğlun
öldü! deseler,
inanma... bak ben yaşıyorum! Ölmedim
anam, ölmedim!' dedi. Uyanıverdim.
Can havliyle aradım, içerde,
dışarda... yok! Düş
olduğunu anladım.
Yüksek sesle hayra yordum. 'Ölüden
diri haber! derler ya...
Kapının
eşiğinde öylece
oturdum kaldım. Gözlerimden
kor kor ateş akıyor
yüzüme... 'Yok' dedim 'yok, bir şey
olmadı oğluma!
Oğlum yaşıyor!
Aha şu dağlarda...
keklik gibi sekiyor... hevallar, belki ekmek icin geldiler...'
İçeri
girmek istemedim. Birşey duymak istemedim.
Karnım ağrıyor.
Karnım haşlanmış,
yanıyor! 'ana!' dediklerinde, 'Heval Memet
şehit düştü!'
dediklerinde, dinlemeseydim onları,
inanmasaydım onlara, yaşayacaktı
büyük oğlum!
Simdi de küçüğüm için
mi gelmişler? Yok inanmam artık!
Kahpe ölüm kıyabilir
mi oğluma? Ciğerime?
Ben onları,
bunca yoklukta, yumurtayla, yoğurtla
büyüttüm. Otla besledim. Şu
dağların elvan türlü
otunu, kengerini, gulikini, guhresini yedirdim. Doğdular,
bir gün doktora götürmedim.
Hasta olsalarda, otla, çöple ilaç
yaptım, iyileştirdim...
zaten köyümüz, dağın
eteğinde. Havası,
suyu ab-u hayat...
Memedim şehit
düştüğünde, 'yanlışsınız'
deseydim, 'nasıl olur dağ
gibi oğlum?' deseydim...
Soğuk
yüzünü bile görmedim!
Göstermediler!
Doğruldum,
kalktım. İçeri
girdim. 'Aç mısınız?'
'kurban olurum size' dedim.
'Ana, bırak
şimdi yemeği
falan' dedi, halamın torunu olan, ' gel
hele otur şöyle, biz sana...' hızla
sözünü kestim. 'Olur mu kurban?' dedim.
'Bakmayın ihtiyarlığıma.
Ben hemencik birşeyler hazırlarım
size. Bir çıkın da oğlum
için yapayım.
Götürün de, artık
görmezseniz civanımı,
hevallar yesin...' Yüzleri yerde.
Bakıştılar. Çıktım.
Tüpün üstüne
çaydanı koydum.
Ekmek, peynir, yoğurt hazırladım.
Helva koydum. Bir de çıkın yaptım
aceleyle. Nasipse oğluma. Çaydanı
indirip, tavaya yumurta kırdim. Yesin
çocuklar...
'O
niye gelmedi?' dedim, sofrayı önlerine
indirirken, halamın torunu olana,
'Görmedin mi buraya gelirken? Yutkundu.
Birbirlerine baktılar. Başını
eğip, 'yok ana' dedi.' Görmedim.
Uzaktık zaten...' Sarı
olana baktı, 'ana... biz ...seninle
konuşmaya geldik... ana...' Telaşla
araya girdim. 'Olsun kurban, canı sağ
olsun da, varsın gelmesin...' dedim. İçimi
çektim acıyla,
'gelecek' diye ekledim. 'Bana söz verdi,
gelecek!
İçimdeki
ateş beni boğacak,
kalkıp dışarı
attım kendimi. Çayı
demleyip, getirdim. İçsinler de, hemen
gitsinler diye. Duvardaki fotoğrafta
gözleri. Sarı
olan konuştu bu sefer, 'ana, bizim için
de çok zor... lakin, bir görevle
geldik buraya...' derken, atıldım. 'He
ya' dedim. 'oğullarımın fotoğrafı
o. Küçüktüler daha. Babaları
şehirde çektirdiydi.
Memedim camlatıp astı
duvara. Çok severdi kardaşını
nasıl da kolunu atmış
boynuna... civanım da, sabah akşam
abisinin peşinde. Memet nereye, bu da
oraya... Küçüktüler. Ölüm
daha çalmamıştı kapımızı!
...Bir gün abisi şehire
giderken gene vermiş peşine.
O da kovalayınca, kaçarken
düşmüş. Kucaklayıp
getirdi ki, ayak şişmiş, gövermiş.
Yumurta akıyla, sabunla yakı
yaptım sardım
ayağını. Acısı
dindi, uyudu yavrum ya, abisi sabaha kadar başında
oturdu, suçladı kendini. Kaç
gün kucağında
taşıdı helaya falan... öyle
düşkündüler birbirlerine. İşte,
Memedim dağlara gidince, bu da gene düştü
peşine...
Yer gibi yapıyorlar,
kaşıkları boş
gidip geliyor tabağa, yemiyorlar. Çay
içiyorlar sıkıntıyla.
Sarı olan, araya girdi bu kez, 'ana,
vaktimiz çok az, ana müsade
etsen de...' Kestim sözünü. 'hani
Memedim şehit düstu
dediler ya, bu, çok üzüldü,
çok ağladı
karanlıklarda! Kederinden ölecek
sandım.
Yasımı
bile tutamadım! Attım
içime zehiri, kan yuttum, ağzımı
silip, 'kızılcık şerbeti
içtim' dedim.
Tam, yarası
biraz kabuk bağladı derken, bir gece,
'anam, güzel anam, ben gidiyorum!' dedi.
'haberin olsun...' dedi. Eline ayağına
sarıldım. Ağladım!
'Beni bir de sen öldürme oğlum!
Kurban olayım gitme!' dedim. Dinlemedi.
'Sana söz
ana, geri geleceğim...' dedi. 'Şimdi
gideceğim, abimin intikamı
için! Arkadaşların
intikamı için!'
Gitti! Gittiiiii...!
'Ana... biz sana birşey
söylemek için
geldik, yani...' diyecek oldu halamın
torunu.
'Biliyordum!' dedim, gözümün
yaşı siğim
siğim... 'Biliyordum, ben ne yapsam da
gidecekti... Abisi nereye, bu da oraya... O dağa
gitti ya, civanım da peşinden
gidecek...
Babası
öldüğünde, küçüktü
daha. Memedim bir baba gibi, korudu kolladı
onu. O da baba gibi, abi gibi, saydı sevdi
onu. Sözünden, izinden çıkmadı'.
Kalktılar.
Çaresizce bakıştılar
gene, kapıya yöneldiler.
Sarıldım
öptüm gözlerini.
Halamın torunu olana dedim ki, 'senin
gözlerinde, oğlumun
gözlerini görüyorum
hevalim... gel bir de onun yerine öpeyim...'
öptüm, öptüm...
çıkını verdim ellerine. Arkalarından
seslendim. 'Oğlumu görürseniz,
ona deyin, ananın selamı
var, söyleyin ki, anan seni çok
özlemiş...
reyhan gibi, sosın gibi, kokusu
burnumda... oğluma deyin ki, söz
vermişsin anana, anan, ölmeyecekmiş
sen gelene kadar... anan o sözün peşinde
deyin... gönlü dağlarda
deyin, gözü sabah aksam kapıda...'
Yürüdüler.
Son gücüm de tükendi.
İçimdeki yangının
dumanından boğuldum.
Tutundum kapıya, sonra bir ses duydum.
Tok! diye bir ses. Karanlıkta kaldım,
gece gibi. Sıcak, yapış
yapış bir şey
akıyor boynuma... Üstüme
eğiliyor biri, oğlumun
gözleriyle bana bakıyor...
Ürkek bir ses 'anladı'
diyor fısıltıyla... 'anladı!
Ama duymak istemiyor!'
Acının
ağırlaştırdığı bedenimi kucaklıyor
biri. Canım lime lime... Solgun, sarı
bir ışık... üzerimde
oğlumun gözleri...
kederli...
Nuray Şen
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder